Memleketin halet-i ruhiyesi üzerine üç beş cümle

Haberler

On yaşındaydı Cemile, 'Cizre'de doğmak' suçundan öldürüldü, evinde donduruldu, izin çıktı ve morga kondu!’ başlığını atmıştı T24 haber portalı, Cizre’de evinin önünde oyun oynarken öldürülen Cemile Cizir Çağırga’nın ardından. Askerlerin, polislerin cenaze haberleri hep aynı cümlelerle kulaklarımızda; ‘Evli, üç yaşında bir kız çocuk babasıydı’. Batı illerinden ardı ardına Kürt işçilere yönelik saldırıların, linç girişimlerinin haberleri geliyor. Polikliniğe gelen, oğlu halen çatışma alanlarının birisinde ‘vatani’ görevini yapan bir baba, poliklinikte durmaksızın ağlayarak, halen orada olan oğluna ‘askerlik yapamaz’ raporu düzenlememizi istiyor,

‘Hiç muayene etmediğimiz, hiç görmediğimiz bir kişiye nasıl rapor düzenleyebiliriz, mümkün mü? Hem, eğer bir ruhsal hastalığı varsa, askeri hekimlerin muayene edip, rapor düzenlemesi gerekir, halen askerde oğlunuz’ diyorum,

‘Herkesin aklına bir şeyler olmuş, katlolacak oğlum gencecik yaşında bu savaş için, bir şey yapamaz mısınız?’ diyor, susuyorum. ‘Barış zamanı oğullar babalarını gömerler, savaş zamanı ise babalar oğullarını’ dediğini hatırlıyorum Heredot’un. Sırf Kürt diye, orta yerde, meydan dayağı yiyen, canına kastedilen bir kişi, görüşme başlangıcında beni ikna etmeye çalışıyor; ‘ben ırk, cins’ bilmem, okumam yazmam yok, ırkı, cinsiyeti bilerek büyütülmedik ki biz, çok garibandık doktor bey’ diyor. Etnik kimlik kelimelerini muhtemelen bilmiyor, bazen cins bazen cinsiyet diyor, kendi başına gelenlerin nedenini anlatmak için. Görüşme ilerledikçe kaygılarından söz etmeye başlıyor, çocuklarım benim için ne diyecek, ne düşünecek, insanın güvendiği babasının bu aciz durumlara düşmesi ne demek…

Bu bir ara dönem, diyor arkadaşlarım, yeniden silahlar susacak. Umutla bekliyoruz. ‘Yeniden silahlar susacak’. Silahlar susarsa bu düşmanlıklar onarılabilecek mi, acaba tez zamanda? ‘Herkes herkesle düşmanmış gibi’ bir hava hakim memleketin her yerinde. Ufacık bir kıvılcımda, sanki bir karış suda herkes herkesi boğabilirmiş gibi… Kırk yıldır beraber çalışan insanlar birbirlerini, bir şey olmakla ya da bir şey olmamakla suçluyorlar. Bizi bir arada tutan neydi bunca zaman diye soruyorum kendime. Bu yıl Mayıs başında bir heyet olarak Gazze’ye gittik. Geçiş sırasında Tel Aviv’de insanlarla sohbet edip, Filistinlilere, savaşa dair neler hissettiklerini soruyorum. Kırk yaşına basmak üzere olan bir kadın polis memuru, benim ailem Umman’dan gelmiş 1948’de, diyor, Avrupa’dan gelenlerle aralarında bir yüzyıllık kültür farkı var, yaşam farklı, bu kadar birbirinden farklı Yahudi’yi bir arada tutan şey Araplara duyulan nefret, öfke.. Ortak düşman yaratıp ona karşı savaşmak insanları bir topluluğun üyesi gibi hissettirip bütün kılabiliyor…

Freud toplulukların, tek tek insanlara göre çok daha ilkel baş etme mekanizmaları kullandığını söylüyor. Mesela ‘bölme’; eşimizin, çocuğumuzun, arkadaşımızın ve hatta kendimizin iyi ve kötü taraflarını bilen, iyi ve kötü yönleriyle onları seven ben halimizin ötesinde bir şeyler oluyor toplumsal dinamiklerde. Bazıları iyi bazıları kötü. Öncelikle bir ‘biz’ hali tahayyül ediyoruz. ‘Ulus, sadece bir tahayyüldür’ Anderson ve biz bir ulus olarak kendi kimliğimizi tahayyül etmek için, ‘iyi’ olduğumuzu hayal etmemiz gerekiyor; mesela uygar, mesela eğitimli, mesela saygın, mesela güçlü. Kendimizi iyi bir bütünün parçası olarak görmemiz için gerekli tüm özellikler bir var bir yok aslında, hırlısı da var, hırsızı da, daha ‘muasır’ ilişkiler kuranlar da var, feodal olanlarda, sıraya girerek otobüs bekleyenler de var, birbirinin üstüne çıkanlarda.. Ama ulus olmak için, ‘biz iyiydik, biz var ya biz hiç katliam yapmadık, hep barışla ele geçirdik toprakları’, ‘biz ele geçirdiğimiz topraklardakilere hep iyi davrandık’ ama ‘onlar kötüydü’ dememiz gerekiyor sıklıkla. Kendi içimizdeki bütün kötü tarafları karşıdan geliyormuş gibi algılamak bir başka ilkel savunma mekanizması; ‘yansıtma’. Karaoğlan filmlerindeki Bizans kahramanları gibi, onlar kötü, onlar hırsız, onlar kuralsız, onlar, onlar…Ya da popüler Hollywood sinemasının bize aktardığı Irak Savaş filmlerindeki gibi tarih öncesi zamanlardan kalmış, azılı ve ilkel suçlular çetesi gibi. Tek bir iyi tarafı yok mu ‘düşman’ın?

Savaş zamanları tüm bu bölme, yansıtma mekanizmaları aşırı şekilde iş başına geliyor. Kendi içimizdeki kötü tarafla, kendi içimizin eksiklikleriyle yüzleşemeyince, tüm kötülükler, adilikler, dolandırılmalar, yalanlar, saldırganlıklar karşı taraftan geliyormuş gibi hissediyor grubun içindeki insan evladı. Fenerbahçe Beşiktaş derbi maçındaki gibi, o güne kadar yan yana yerlerde oturup, birbirleri ile arkadaş olan, seven sayan insanlar birden sırf Fenerbahçeli oldukları için kötüleşmeye başlıyorlar Beşiktaşlıların gözünde ya da tam tersi. Maç sırasında yakası açılmadık küfürler ediliyor, maç çıkışı birbirlerine saldırıyor gencecik delikanlılar. ‘Fenerbahçeli’den adam mı olur?’ diyorlar, savaşan herkes ‘erkek’.  Kadın olmak, kadın gibi olmak bir güçsüzlük hali ki ‘Allah, düşmanımızın başına vermesin!’  Ama bu başka yazının konusu.

Savaş bir yandan da öyle bir alan ki, şiddet meşrulaşıyor. Hadi artık, onca zaman bastırdığınız saldırganlığınız serbest, istediğinizi yapabilirsiniz diyor komutanlar. Kötü olan ‘öteki’ ler çabucak belleniyor ve onlara bir şey yapmak serbest hale geliyor savaş meydanı dışında bile. 7 inşaat işçisini linç etmeye 300 kişi gidiyor, bir silahsız adamın peşinden 30 kişi koşturuyor mesela. Kimse de yapmayın, durun demiyor, diyemiyor. Savaş alanına dönmüş memleket… Savaş zamanları biliyoruz ki şiddet her yerde vuku buluyor, kadınlar, çocuklar dövülüyor evlerin içinde, daha çok kavga gürültü çıkıyor sokakların her köşesinde.

Bu topraklar bildiğimiz tarih boyunca bugünlerde yaşanılanların öyküleri ile dolu.  Bu topraklarda yan yana, bir arada yaşayanlara neler yapıldığını öğrenmek istiyorsanız bunu Dersim’i, Sivas’ı, Maraş’ı, Çorum’u yaşayan Alevilere sorun, adı Rumeli olan memleketten neredeyse tamamen atılan Rumlara, Anadolu’nun binlerce yıllık kadim halkı Ermenilere sorun. Ama ne oluyor da her seferinde yeniden yeniden aynı şeyi yaşayabiliyor bu acılı, bu kanlı topraklar. Geçmişle hesabını hiç halledememiş, komşusuna yaptığının bedelini hiç ödememiş, her şeyin derin bir sessizlik içine gömüldüğü bu kanlı coğrafyada bastırılanlar yeniden yeniden geri dönüyor, yeniden yeniden meşruiyet buluyor.

Her gün kara toprağa düşen gencecik, uzun ince delikanlı bedenleri, çocukların bedenleri, kadınların, yaşlıların bedenlerinin bir anlamı olmalı artık bu topraklarda. Bu topraklarda, bir kez daha bu düşmanlık söylemleri yer bulmamalı. Bu topraklarda yapılanların, olan bitenin hesabını vermeli adalete inancımızı yeniden tesisi etmek için birileri. Her seferinden benzer katliamların olmaması, savaşların durması için yaşayan her insanın barış diye haykırmasının yolu nasıl açılabilir? Silahlar susmalı…

‘Mendilimde kan sesleri…’

Dr. Ayşe Devrim Çıngı Başterzi