Din, dil, ırk, cinsiyet ve siyasi görüş ayrımı gözetmeksizin, tamamen bağımsız, tarafsız bir sağlık hizmeti verebilmek ve sesi duyulmayanların sesi olabilmek amacıyla 1971 yılında kurulan Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) Türkiye’de faaliyete geçti. Çatışma ortamlarında sağlık hizmeti sunan MSF’yi, dünya çapındaki etkinliklerini ve Türkiye projelerini MSF Türkiye Eş Temsilcisi Serap Öztürk ile konuştuk.
Dr. Hande Arpat
– Sınır Tanımayan Doktorlar Türkiye’de çalışmaya başladı. İlk olarak MSF’ten biraz bahsedelim; MSF nedir, neler yapar?
1971 yılında, Nijerya İç Savaşı sırasında Biafra’da yaşanan kıtlığa ve savaşa şahit olan bir grup doktor ve gazeteci Médecins Sans Frontières’i, yani kısaca MSF olarak bilinen Sınır Tanımayan Doktorlar’ı kuruyor. Amaçları; din, dil, ırk, cinsiyet ve siyasi görüş ayrımı gözetmeksizin, tamamen bağımsız, tarafsız sağlık hizmeti verebilmek. Bugün tüm dünyada 24 farklı ülkede temsilciliğimiz, 70’e yakın ülkede yüzlerce projemiz ve 30 binden fazla çalışanımız var ve bu ilkelere hala sıkı sıkıya bağlıyız.
Sınır Tanımayan Doktorlar herşeyden önce afet ve savaş bölgelerinde sağlık hizmeti veren bir insani yardım kuruluşu. İlaca erişim, ihmal edilmiş hastalıklar, göç gibi konular da mücadele alanımıza giriyor. Aynı zamanda HIV/AIDS, bulaşıcı ve salgın hastalıklarla ilgili araştırma ve epidemiyolojik çalışmalar yürütüyor, eğitimler veriyoruz. Ayrıca gelişmiş bir lojistik sistemimiz var, iki büyük lojistik merkezimizden dünyanın herhangi bir afet bölgesine 24 saat içinde tıbbi ve lojistik malzeme, ilaç ve sahra hastanesi temin edebiliyoruz.
– Suriye’deki yıkımdan sonra devasa boyutlara ulaşan göç sorunu ile ilgili çok ciddi çalışmalar yapıyorsunuz. Özellikle Ege ve Akdeniz’de yürüttüğünüz hayati deniz operasyonları var; biraz bunlardan bahsedelim…
Ege ve Akdeniz’deki göç sorunu Suriye savaşı öncesinde de vardı. Fakat özellikle geçtiğimiz yaz Suriye’deki çatışmaların artması ve sınırların kapatılacağı korkusuyla birlikte büyük bir göç krizi başladı. Buna bağlı olarak biz de Yunanistan ana karada ve adalarda, İtalya, Makedonya ve Sırbistan sınırlarında sağlık, psikolojik destek, ulaşım, temel ihtiyaçların giderilmesi gibi faaliyetlerimizi arttırdık.
Mayıs ayından bu yana üç arama kurtarma gemisi ile Akdeniz’de yirmi iki binden fazla kişiyi çıktıkları bu ölüm yolculuğundan sağ olarak kurtardık. Bir kaç ay önce Greenpeace ile birlikte benzer bir faaliyeti Ege Denizi’nde başlattık. Eşzamanlı olarak Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin sınır politikalarını değiştirmeye yönelik bir kampanya da yürütüyoruz; çünkü sınırları kapatmak bu insanları daha tehlikeli yolları denemeye itmekten başka bir işe yaramıyor. Bizler, sorumluluklarını yerine getirmeyen Avrupa devletlerinin boşluğunu doldurmak için çabalamaktan öteye gidemiyoruz. 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en korkunç göçle karşı karşıyayken ve Türkiye, Lübnan, Ürdün gibi ülkeler tüm yükü omuzlarına alırken, AB’nin etrafına ölüm duvarları örmesini kabul etmiyoruz. Göçmenlerin yasal ve güvenli yollardan Avrupa’ya ulaşmasının sağlanmasını ve bu insanlara koruma statüsü verilmesini; yani kısaca insanlık onuruna yakışır biçimde muamele görmelerini talep ediyoruz.
– Göç eden insanlarda karşılaştığınız en yaygın sağlık sorunları nelerdi?
Düzenli tedavi, takip veya özel diyet gerektiren yüksek tansiyon, kalp hastalığı veya diyabet gibi kronik hastalıklar en büyük sorunlardan biri. Çünkü bu hastalıklar takip ve tedavi edilmediği takdirde kalp krizi, karaciğer yetmezliği veya körlük başlangıcı olarak kendini aniden gösterebiliyor. Suriye’de kronik hastalıklar nedeniyle ölenlerin doğrudan savaşa baplı ölümlerden bile yüksek olabileceğinden korkuyoruz.
Bunun yanı sıra mevsim koşullarına bağlı olarak sıcaktan veya soğuktan kaynaklanan, solunum yolları enfeksiyonu, ishal gibi rahatsızlıklar da sıklıkla görülüyor. Aşı sisteminin sekteye uğraması nedeniyle kızamık, polio gibi salgın hastalık risklerinden endişe ediyoruz. Genel sağlık ve hijyen koşullarının kötü olması, ayrıca tifo, hepatit A, E gibi hastalıkları da tetikleyebiliyor. Bu riskleri de sürekli olarak takip ediyoruz.
– Ekibinizde psikologlar da var, ruhsal destek de veriyorsunuz. Bu destekle ilgili neler aktarmak istersiniz?
Psikolojik yaralar, genellikle tetkiki ve tedavisi en zor olanlar. Mültecilerin içinde yaşadıkları kötü koşullar, savaş sırasındaki veya göç yolundaki travmatik deneyimleri ve geleceğe dair belirsizlik, son derece hassas bir ruhsal durum yaratıyor ve tüm bu unsurlar ruhsal rahatsızlıkları beraberinde getiriyor. Biz kliniklerimizde insanlara kendilerini güvende hissedebilecekleri ve özgürce ifade edebilecekleri bir ortam sağlamaya çalışıyoruz. Örneğin; Irak’taki Domeez kampında insanlar özellikle ilk başlarda durumu yadsıyor ve birkaç gün veya ay içinde her şeyin normale döneceğine inanıyordu. Terapiye devam ettikçe durumu anlamaya ve kabullenmeye başladılar.
Fakat bu travmalardan en ağır biçimde etkilenenler her zamanki gibi çocuklar. Örneğin; Ürdün İrbid’deki projemizde takip ettiğimiz çocuklardan yarısı ya sevdiği birini kaybetmiş ya evi yıkılmış ya da fiziksel/psikolojik şiddete maruz kalmış. Bu çocuklarda en sık görülen semptomlardan biri yatağı ıslatma. Biz bu çocuklara anneleriyle birlikte psikolojik destek veriyoruz. Bireysel terapi, grup terapileri, aile desteği gibi farklı yaklaşımları bir arada uyguluyoruz. Irak’ta çocuklarla terapi yaparken yaşadıklarının normal olmadığını ve verdikleri tepkilerin son derece doğal olduğunu, kendileri gibi pek çok çocuğun benzer şeyler yaşadığını anlatıyoruz.
– Göçler, çatışma ortamları, afetler gibi krizlerde sağlık hizmeti veriyorsunuz. Karşılaştığınız engeller ya da güçlükler oluyor mu, varsa ne gibi sorunlarla karşılaşıyorsunuz ve nasıl aşıyorsunuz?
Aklınıza gelebilecek, hatta aklınızın ucundan bile geçmeyecek her tür sorunla uğraşıyoruz. Örneğin; Etiyopya’nın kuzeyindeki Müslüman Galaha bölgesinde 2003’teki sıtma salgınında dağıttığımız siyah tülden yapılmış sineklikleriertesi gün uyandığımızda köydeki kadınların başında başörtüsü olarak bulmuştuk. Yeniden, “beyaz” sineklik getirtmek zorunda kalmıştık.
Ama bazen çözüm bu kadar basit olmuyor. Son yıllarda artık savaşın bile kurallarının kalmadığı bir düzenle karşı karşıyayız ve hem kendi çalışanlarımız hem de yükümlü olduğumuz hasta ve yaralılar için önümüzdeki en büyük sorun güvenlik. Bunun en ağır biçimine Yemen ve Suriye’de tanık oluyoruz. Sınır Tanımayan Doktorlar, 2012 yılından bu yana Suriye’de, özellikle en zor durumdaki bölgelerde sağlık hizmetlerini desteklemeye çalışıyor. Ancak tüm çabalarımıza rağmen bugüne kadar hükümet tarafından kontrol edilen bölgelerde çalışma izni alabilmiş değiliz. Ayrıca 2014 yılında beş çalışanımızın IŞİD tarafından kaçırılmasının ardından bu bölgelerden de çekilmek zorunda kaldık. Sonrasında IŞİD liderleriyle güvenliğimizle ilgili yaptığımız pazarlıklar da sonuçsuz kaldı. Sonuç itibarıyla sırf güvenlik sorunları nedeniyle yapabileceklerimizin çok altında hizmet verebiliyoruz ve bunun için kendimizi sık sık sorguluyoruz.
– Çatışma ortamlarında sağlık hizmeti veren bir örgütsünüz. Afganistan’ın Kunduz kentinde hastaneniz bombalandı ve ne yazık ki MSF ekibinden hayatını kaybedenler oldu. Yemen ve Suriye’de benzer saldırılara maruz kaldınız. Onca uluslararası hukuk kuralı ve sözleşmeye rağmen, çatışma ortamlarında sağlık hizmetlerinin artık korunmamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Sivil halka, kamu hizmetlerine, özellikle sağlık tesislerine ve sağlık çalışanlarına yönelik saldırılar dünyada gitgide artan bir eğilim gösteriyor. Yalnızca birkaç ay içinde üst üste Kunduz’da, Yemen’de ve Batı Şeria’da karşı karşıya kaldığımız saldırılar bunun açık bir göstergesi. Tıp etiği, uluslararası hukuk, uluslararası insani hukuk, uluslararası savaş hukuku gibi kavramların artık taraflarca tanınmadığını görüyoruz.
Verdiğimiz tüm sağlık hizmetlerinde bize rehberlik eden en temel unsur tıp etiği. Hiçbir ayırım gözetmeksizin ihtiyacı olan herkesi tedavi ediyoruz ve dünya çapındaki tüm MSF binalarında “silahsızlık” kuralını uyguluyoruz. Bu, silahını kapıda bırakan herkesin bizim güvencemiz altında tedavi edileceği anlamına geliyor. Tarafsızlığımız ve güvenilirliğimiz, bizim en büyük silahımız.
– Kunduz saldırısından sonra bağımsız inceleme talep ettiğiniz bir süreç yürüttünüz. Bu talebiniz sonuçlanabildi mi; incelemeler hangi aşamada?
ABD bir iç inceleme sonucu bunun “insan hatası” olduğu yönünde bir açıklama yaptı ve Obama, MSF Başkanı’nı arayıp özür diledi. “Tarafsız” bir MSF hastanesinin “hata sonucu” bombalanmasını kabul edemeyiz. Hiç bir çatışma bölgesinde yaralıların, sağlık tesislerinin ve sağlık çalışanlarının saldırıya uğraması kabul edilemez. Kunduz’daki saldırının incelenmesi için toplanan 547 bin imzayı Aralık başında Washington’a teslim ettik. 10 Ocak’ta Yemen’de uğradığımız ve altı kişinin ölümüne sebep olan hastane saldırısını da şiddetle kınadık. Şu anda iki saldırı için de bağımsız soruşturma talebimizi sürdürüyoruz. Ancak Yemen’de, Suriye’de, başka çatışma bölgelerinde saldırıya uğrayan ve MSF gibi sesini yükseltme imkanı olmayan pek çok sağlık kuruluşu ve sağlık çalışanı, sessizce ölüme terk edilen binlerce insan var.
– Son olarak, MSF Türkiye’de neler yapmayı planlıyor?
Öncelikle göçmenlere yönelik sağlık hizmetlerimizi geliştirmeyi ve Türkiye’deki sivil toplum dünyasının bir parçası olmayı hedefliyoruz. Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarıyla (STK) birlikte ya da STK’lara yönelik eğitimler düzenlemek, MSF kitaplarının Türkçeye çevirisi, sergi, söyleşi, film günleri gibi organizasyonlar yapmak da planlarımız arasında.
***
Sınır Tanımayan Doktorlar 2014 yılında 384 farklı projeyle insani yardım ve sağlık hizmetlerini 63 ülkeye ulaştırdı:
8 milyon 250 bin ayakta tedavi
2 milyon sıtma tedavisi
226 bin antiretroviral tedavi
217 bin akut beslenme yetersizliği tedavisi
194 bin doğum
81 bin ameliyat
33 bin psikolojik danışmanlık seansı
52 bin yardım kiti