Dr. Ali Özyurt’un ilk kitabı yayımlandı: Söz Uçar, Yazı Kalır!

Gündem

Hayaller varsa, umut da var! 

TTB Yüksek Onur Kurulu üyesi Dr. Ali Özyurt’un ilk kitabı Söz Uçar Yazı Kalır yayımlandı. Özyurt, 7 yaşındaki kızına ithaf ettiği ve hediye olarak kızının 1 Ekim’deki doğum gününe yetiştirdiği kitabın gelirini Gezi’de yaşamını yitiren gençler anısına kurulan derneklere bağışlayacak.

Olumlu geri bildirimler dolayısıyla ikinci kitabın hazırlıklarına şimdiden girişen Dr. Ali Özyurt, ikinci kitabı da 1 Ekim 2017’ye yetiştirmeyi planlıyor. Dr. Ali Özyurt ile kitabına giden süreci, hayatı, aktivistliği ve her durumda umutlu olmayı konuştuk.

Mutlu Sereli Kaan

  • “Söz Uçar, Yazı Kalır” adlı kitabınız çok yakınlarda yayımlandı. Kutluyoruz öncelikle… Kitabı yazma ve yayımlama düşüncesi nasıl oluştu?

2008 yılından beri notlar alıyordum, zaman zaman da düzensiz de olsa yazılar yazıyordum. Kimisi geçmişimle ilgili, ailemle ilgili, çocukluğumla ilgili, bazen duygulandığımda ya da kedere kapıldığımda… Bizim Cerrahpaşa 87 mezunlarının oluşturduğu bir haberleşme grubu var, yaklaşık 250 kişinin takip ettiği, birçoğunu oraya atıyordum. Yaklaşık 8 yılda 100’ü aşkın yazı birikti. Ben bunları biriktirmiyordum aslında. Bazı arkadaşlarımdan zaman içinde beğeniler aldım, geri dönüşler aldım. Bazı arkadaşlarım bu yazıları biriktirdiklerini söylediler. Bu geri bildirimleri alınca, bir yıl kadar önce, yazdıklarımdan da yola çıkarak bir kitap yazma düşüncesi kafamda oluştu ve planlı programlı olmadan, bir kitap yazacağımı arkadaşlarıma söyledim. Fakat söyledikten sonra unuttum ama birkaç ay sonra bana hatırlattılar. Sonuçta bir arkeolog gibi, haberleşme grubunun arşivinden yazılarımı aramaya çalıştım, bulabildiğim kadarıyla bir dosya yaptım ve koltuğumun altına koyarak editöre götürdüm. Editör baktı ve “neden bunu yayımlamıyorsun” diye sordu bana. Hikaye böyle başlamış oldu. Ben asıl kitabı daha yazmadım ama daha önce bu çöpten bulduğum yazıları ayıkladık ve bu kitap ortaya çıktı. Bir denemeydi. Eğer olumlu bir geri bildirim alırsam ki, ilk geri bildirimler olumlu geliyor, bundan sonra bir öykü kitabı yazma projem var. Bunu da ilk kez buradan açıklamış oluyorum. Kızımın doğum gününe yetişsin istedim; 1 Ekim 2016, ona yetiştirdik. İkinci kitabı da 1 Ekim de 2017’de çıkarmak istiyorum, bir aksilik çıkmazsa.

  • Dilinizin yalınlığı, akıcılığı, samimi üslubunuz çok dikkat çekiyor. İçinizi, bütün hayatınızı açıyorsunuz okura samimiyetle. Nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Açık söylemek gerekirse; adınıza bir kitap çıkıyor, ben bir yazar olmadığım için, bir miktar korktuğumu söyleyebilirim. Hatta son dakikaya kadar yayımlamasak olmaz mı diye bir düşüncem vardı. Fakat editörüm okuduktan sonra beni teşvik etti. Onun teşvikiyle yayımlamaya karar verdik.

  • Editörünüz kim bu arada?

İki editör var. Biri Füsun Taş; son okumayı yapan. İlk okumayı yapan da Ayrıntı’nın da editörlüğünü yapan, Cumhuriyet ve Radikal’de de redaksiyonda çalışan Asaf Taneri. Asaf Taneri Türk Tabipleri Birliği’nde de çalışmış 80’li yıllarda. Oradan hekimleri de tanıyor ve üslubumu da beğenmiş. Ondan da geri bildirim alınca ben çok mutlu olmuştum. Daha sonra Selçuk Erez; edebiyatçıdır kendisi biliyorsunuz. Hem önsözünü yazdı ve teşvik etti; tekrar yazmalısın dedi. Kitap yayımlandıktan sonra da okuyan yakın çevremden, arkadaşlarımdan olumlu geri bildirim aldım. En son da Latife Tekin okudu. O da benzer şeyler söyleyince ben gerçekten çok mutlu oldum ve iyi ki yazmışım dedim.

  • Otobiyografik, anı-deneme türünde bir kitap. Dünyada da anı, otobiyografi ve biyografi türünde eserlerin yazılma oranının arttığı, bunun “kendi yaşamına verilen önem ve seçtiklerine verilen değer” ile ilgili olduğu belirtiliyor. Katılır mısınız bu yoruma?

Katılıyorum tabii ki. Bence herkesin yazması da gerekiyor. Ömrümüz boyunca çok şeyi biriktirmiş oluyoruz. Kitabın adında da olduğu gibi, söz gerçekten uçuyor ve yazı kalıyor. Hele hekimlik gibi bir alanda yoğun bir meslek hayatı yaşayan bizlerin gerçekten çok fazla deneyimleri ve topluma aktaracakları şeyler olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle yazılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Benim özelime gelince; önemli denebilecek bir sağlık sorunu yaşıyorum. Kitapta da belirttiğim gibi yaklaşık 12 yıldır kanser hastasıyım. Tabii kanser hastası olan herkeste olduğu gibi bende de zaman zaman bir ölüm korkusu oluyor. Bu kitabı yazmaya başlamadan önce bu ölüm korkusu yoğunlaştı; çünkü hastalığımda bir ilerleme oldu. Söylediğim gibi, bir kızım var, Neşe, 7 yaşında. Geriye dönüp baktığım zaman, 6-7 yaşlarımdan sonra hatırlıyorum çocukluğumu ve daha öncesini hatırlamıyorum. İçime bir korku düştü, ben ölürsem Neşe benimle ilgili hiçbir şey hatırlayamayacak korkusu geldi ve ona kalıcı ne bırakabilirim diye düşündüm. Benim anne-babam da Neşe’yi tanımamışlardı. Özetle, biraz ilerde Neşe büyüdüğünde, bu kitabı okuduğunda hem babasını kitap aracılığıyla olsa da tanıyabilsin, keza benim ailemi de bilsin, çocukluğumu, ilk gençlik yıllarımı öğrensin isteği de ön planda oldu bu kitabı yazarken.

  • Sağlıklı, mutlu, uzun bir ömür diliyoruz size, ailenizle birlikte. Yeni kitaplarınızı bekliyoruz. Hayatınızın önemli kırılma noktalarına ve önemli dönemeçlerine, ülke tarihinin tanıklığıyla birlikte yer veriyorsunuz kitabınızda. Dönüp baktığınızda, bunlardan sizi en çok etkileyenin ne olduğunu söyleyebilir misiniz?

Ben yoksul denebilecek bir ailenin, iç göçle İstanbul’a gelen bir ailenin çocuğuyum. Babamlar 1950’lerde Trabzon’dan İstanbul’a geldiklerinde, ikinci dünya savaşında babalarını kaybetmiş ve yetim kalmış insanlardı ve çalışmak zorundalardı. Ve bizim için tek bir yol kalıyordu, okumak, eğitim almak ve eğitimli bir birey olmak. Bugünlerde pek fazla olmasa da o zamanlar devletin olanakları vardı. Bir cumhuriyet nesli vardı, biz de onun belki son vagonuna yetişerek, ilkokuldan başlayarak, üniversiteyi bitirene kadar devletin okullarında okuduk. O açıdan devletin, cumhuriyetin vurgusunu yapmak istiyorum. Hayatımda önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. İkinci aşamada 12 Eylül darbesi oldu, ben yeni üniversiteyi kazanmıştım. 12 Eylül 1980 darbesi ve sonrasında İstanbul Üniversitesi, hayatımın en önemli evresi diyebilirim. Bilinçlenmem, toplumu tanımam, sosyalizmle daha bir hasbıhal olmam bu döneme rastlıyor. İstanbul Üniversitesi büyük, tarihi bir üniversite, bulunduğu mekân, çevre, hocaları, öğrencileriyle, sanki bütün dünyanın bir minyatürü gibiydi. O nedenle 80 ve 87 arasındaki öğrencilik dönemimi unutamam, bana da çok büyük bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Bugün bu noktadaysam o dönemin çok büyük bir etkisi var diye düşünüyorum. Başka bir kentte, başka bir üniversitede olsam, bugünkü Ali olamazdım diye düşünüyorum.

  • Hekim ve aktivist yanınızdan söz etmek istiyorum biraz da…

Mezun olduğumdan beri hep devlet memuru olarak kaldım. Bu 30 yıllık süre içerisinde maddi hiçbir sermayem olmadı ama sosyal sermayem çok büyüktü. Arkadaş çevrem, çok sayıdan insanla tanıştım, dost oldum. Bu açıdan kendimi çok mutlu ve şanslı hissediyorum. Hatta bir anektod: Bende 2 bin civarında Cerrahpaşa öğretim üyelerinin ve bir çok hekimin telefon numarası kayıtlıdır, her gün 4-5 insan beni arayıp telefon numarası sorar. O da bu sosyal sermayenin bir yansıması diye düşünüyorum.

  • Tabip odası ile nasıl tanıştınız?

80’li yıllarda, hem TTB’ye hem İTO’ya kayyum atanmıştı, ben 2-3. sınıftayken kayyumdan tekrar hekimlere geçti odamız. Benim tabip odasıyla tanışmam da 85 yılında -5. sınıftaydım sanıyorum- bir arkadaş vasıtasıyla oldu. Oda aidat toplayamıyordu, kronik sorun o zaman da vardı. Aidat toplayanlara bir yüzde veriyorlardı. Bir arkadaşım bana aidat toplar mısın diye teklif etti ve odayla tanışmam böyle oldu. Daha sonra odaya gidip gelmeye başladım.  O zaman tıp öğrencileri komisyonu yoktu, çok az kişi gelir giderdi zaten. O zamanlar efsane genel sekreter Nejat Yazıcıoğlu vardı. Nejat Abi ile tanıştım. 5-6 tıp öğrencisi idik, bizi alır, bizimle sohbetler ederdi. Aradan 30 yıl geçti, kendimi bugün itibarıyla 30 yıllık bir oda aktivisti olarak nitelendiriyorum. Tıp fakültesini bitirdikten sonra açık söylemek gerekirse, hekimliğimin de önüne geçen bir aktivistliğim oldu. İnsanlar beni hep tabip odasıyla özdeşleştirdiler. Bu belki anestezist olmamdan kaynaklanıyor, hastalar anestezi ile ilgili size soru soramayacakları için belki de…

  • Gezi tanıklığınız oldu bu dönemde…

Aktivistliğimi taçlandıran bir süreç denebilir. Bir rüya gibiydi o dönem.

  • Hayatımda en mutlu olduğum dönem demişsiniz kitabınızda…

İlginç bir anekdot; Gezi sırasında ben hastalığım nedeniyle bir ilaç kullanıyordum, ilacın çok ciddi yan etkileri vardı. Bir tanesi de ayaklarımın tabanları soyuluyordu, uzun süre ayakta kaldığım zaman. Bu yüzden de ben olabildiğince ayakkabı giymemeye, terlik ve benzeri şeylere giymeye ve mümkün olduğunca ayaklarımı uzatıp dinlendirmeye çalışıyordum ve çok uzun da yürüyemiyordum. Fakat Gezi bende öyle bir adrenalin deşarjı sağlamış ki, ben o 20 gün boyunca ayakkabı giydim, saatlerce yürüdüm, koştum, hiçbir şey hissetmedim ayak tabanlarımda. Ne zaman ki Gezi sönümlendi evimize geldik, daha sonra ben bir baktım ki ayak tabanlarımın derisi tamamen dökülmüş ve iyileşmesi için birkaç ay beklemek zorunda kaldım. Ama gezi bende ne bir ağrı duygusu, ne hastalık duygusu, ne yorgunluk yarattı. Deyim yerindeyse kendimi “Süpermen” zannettim. Bir şeye daha orada dikkat ettim, sonuçta biz 78 kuşağından sayılırız ve artık bir miktar unumuzu eledik, eleğimizi astık havasındaydık ve gençlerden de açıkçası fazla bir beklentimiz yoktu. Ben orada bunun doğru olmadığına tanıklık ettim. Orada onları görünce büyük bir yanılgı içinde olduğumu anladım. Yeni gelen gençlerin bizden farklı da olsa o devrimci ruhu koruduklarını, ülkeleri için, vatanları için büyük bir mücadele azmiyle çabaladıklarını ve mücadele ettiklerini gözlerimle gördüm. O yüzden de onlara inancım arttı, bu yüzden de kitabı bir yandan da Gezi’ye adamak istedim ve kitabın gelirini gezide ölen gençler için kurulan çeşitli derneklere bağışlamayı düşünüyoruz.

  • Şiir de yazıyor musunuz? Selçuk Erez’in önsözünde buna ilişkin bir not var…

Ben kendimi hiçbir zaman şair olarak görmedim ama yazdığım zaman elimin hep şiire kaydığı söylenebilir. Yazının sonuna hep bir dörtlük koymak isterim. Kendimin olmasa bile bir şairin dizesini koymak isterim. Benim yazdığım şeylere şiir deniyorsa ben bundan tabii ki mutluluk duyarım. Selçuk Hoca olayına gelince, bir gün bana telefonda bir dörtlük okudu. Önsöze de aldığı dörtlük. Bana büyük bir heyecanla bunu sen mi yazdım diye sordu. Ben tabii kendimi hiçbir zaman şair addetmediğim için, yok hocam ben yazmamışımdır ama yine de ben bir bakayım dedim ve bunun üzerine gerçekten benim yazdığımı fark ettim. Çünkü hiç üzerime alınmamıştım. Bu tabii beni çok mutlu etti. Bu yazdıklarımı da toplayıp bir şiir kitabı da yazsam mı diye düşünmüyor değilim.

  • Zor günlerden geçiyoruz. Umutsuzluğa düştüğümüz, moralimizin bozulduğu zamanlar çok oluyor. Duygusal olarak sizi çok etkileyen olaylardan sonra bile, umudu hep bir yerde tutuyorsunuz, okuyucuya da hissettiriyorsunuz. Hayata, umuda ilişkin neler söylersiniz?

Ben aslında çok küçük şeylerden mutlu olan bir insanım. Yeni bir mendil, çoraptan bile mutlu olan bir insanım, yeni bir ayakkabı, gömlek… Beni çok mutlu eder. Umut da biraz böyle; gerçekliği olmayan, ayakları yere değmeyen bir duygu da olsa, ben samimiyetle hep umudumu korudum. 70’li yıllarda bir devrim dalgası vardı. O yıllarda bende bir devrim gelecek umudu hep vardı. 12 Eylül darbesi olduğunda ben şaşırmıştım hatta, devrim beklerken, darbe olması nedeniyle. Ama daha sonra konuştuğum insanlar, sen gerçekten uzaksın, nereden çıkardın dediler bana. O nedenle ben gerçeklikten uzak da olsa, güzel günlerin geleceği umudunu hep içimde taşıdım. Marksizmle tanıştıkça en küçük bir ışık bile bana umut kaynağı oldu, umutsuzluğun aslında yaşamla çeliştiğini düşündüm. Yaşamak istiyorsak ve geleceğe bakmak istiyorsak umutlu olmak gerektiğini düşündüm ve bizler gibi bilinçli aydın insanların umutsuz olma lüksünün olmadığını düşündüm. Bir mum ışığı bile görmüş olsalar, o ışığın yoluna gitmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bugün bir kişi bile olsak, yarın milyonlar olabilir diye düşünüyorum. Zaten umut olmadıktan sonra ne devrim gerçekleşebilir, ne hayallerimiz gerçekleşebilir. Nasıl hayallerimiz hep olacaksa, umudumuzun da hep olması gerektiğini düşünüyorum.

  • Eklemek istedikleriniz var mı?

Meslek örgütümü çok seviyorum. Bugün varsam ve biraz tanınıyorsam bunda meslek örgütümün çok büyük bir rolü olduğunu düşünüyorum. Türk Tabipleri Birliği bir okulsa eğer 30 yıldır bu okulun öğrencisi olduğumu düşünüyorum. Ölene kadar da bu okulun öğrencisi olmaya devam edeceğim. O yüzden, etrafımızda çok sayıda insan TTB’yi kötüleme yarışına giriyorlar. Bense ömrüm boyunca meslek örgütümü savunmaya çalıştım. TTB’nin biricik olduğunu düşünüyorum. Bugün sizin karşınızdaysam eğer, bunda örgütümün çok büyük rolü olduğunu düşünüyorum. Bunu belirtmek isterim.