Sağlık Bakanı Recep Akdağ 6 Ekim 2016 tarihinde bir gazeteye verdiği demeçte, 2017'den itibaren Sağlıkta Dönüşüm Programının (SDP) ikinci fazını yürürlüğe koyacaklarını, bunun faaliyet planlarını yaptıklarını belirtti. Bakan Akdağ konuşmasında özellikle, birçok şehirde inşaatlarının devam ettiğini söylediği şehir hastanelerine vurgu yaptı ve SDP’nin ikinci fazının üç yıl içerisinde gerçekleştirileceğinin bilgisini verdi.
SDP’nin ikinci fazını ele almadan önce, birinci fazıyla ilgili birkaç noktanın altını çizelim. Sağlık Bakanlığı hastaneleri bilindiği gibi 2011 yılında 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Kamu Hastane Birlikleri sistemine geçti. Bu düzenleme Sağlık Bakanlığı hastanelerinin işletmeye dönüştürülmesi sürecinde önemli bir aşamaydı. Döner sermaye işletmeleri olarak yapılandırılan bu hastanelerde, performansa dayalı ödeme sistemi 2004 yılından beri uygulanmaktaydı.
2016 yılı Ağustos ayında yayımlanan Sayıştay Başkanlığı’nın Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumuna Bağlı Döner Sermaye İşletmeleri 2015 Yılı Düzenlilik Denetim Raporu, işletmeye dönüştürülen Sağlık Bakanlığı hastanelerinin finansal olarak sürdürülebilirliklerinin olmadığını ortaya koydu. Raporda, Bakanlığa bağlı döner sermaye işletmesi olan sağlık tesislerinin ciddi bir borç yükü altında oldukları, kısa vadeli borçlarını ödeme güçlerinin yetersiz olduğu, yaptıkları iş ve işlemler sonucunda zarar ettikleri vurgulanıyordu. Raporda, döner sermaye işletmesi olarak faaliyet gösteren sağlık tesisleri için esasen ortada döndürülen bir sermaye olmadığı sonucuna varılması ve sağlık giderleri için döner sermaye bütçesine gerek olup olmadığı hususunun tartışılması gerektiğinin vurgulanması ilginçtir.
Sonuçta, Sayıştay raporu Sağlık Bakanlığı hastanelerinin iflasın eşiğinde olduklarına dikkat çekiyor. İflasın en büyük nedeni olarak ise, Genel Sağlık Sigortası kapsamında bulunanlar için Sağlık Uygulama Tebliği (SUT) fiyatlarının sabit kalması (9 yıldır güncellenmiyor) ve dolayısıyla Sosyal Güvenlik Kurumundan yapılan geri ödemelerin sağlık hizmeti üretme maliyetlerinin çok altında olması gösteriliyor. Aynı durumun üniversite hastaneleri için de geçerli olduğunu biliyoruz. Borç batağında olmayan üniversite hastanesi yok gibi. Raporda, ayrıca, Kurum'un döner sermaye bütçesinin gerçek bütçesini aşmasının büyük bir sorun olduğu ve döner sermaye bütçesi uygulamasının kaldırılarak merkezi yönetim bütçesinin esas alınmasının uygun olacağı belirtiliyor. Raporun ortaya koydukları, SDP’nin temel ayaklarından biri olan döner sermayeli sağlık işletmeleri modelinin iflası anlamına geliyor.
İşte tam bu noktada, SDP’nin ikinci fazı olarak, kamu-özel ortaklığı olarak yapımı sürdürülen şehir hastanelerinin gündeme geldiğini görüyoruz. Şehir hastaneleri ya da diğer adıyla entegre sağlık kampüsleri, neoliberal sağlık sisteminin tıkandığı bu noktada, hastalara ve hekimlere ne sunuyor, kısa bir göz gezdirelim.
Kamu-özel ortaklığı temel olarak bir Yap-İşlet-Devret modeli uygulamasıdır. Yapılan düzenlemelere göre, ihale ile birlikte Hazine arazisi, hizmet ve alanları işletmek üzere bedelsiz olarak şirketlere devredilmektedir. Sağlık Bakanlığı hizmet alımı ve bina kullanım bedeli adı altında şirketllere 25 yıl kira ödeyecek; kira ödemeleri şehir hastanelerinin döner sermayeleri tarafından karşılanacaktır. Sözleşmelerde kira bedellerinin zamanında ve tam olarak ödenmemesinin Bakanlık garantisi altında olduğu hükmü yer almaktadır. Devlet ayrıca, hastane yataklarının %70 doluluğunu taahhüt etmektedir. Bunun gerçekleşmemesi halinde aradaki fark şirketlere ödenecektir. Şirketlere işletecekleri hastanelerdeki yatan hasta sayısının garanti edilmesi, diğer bir ifadeyle belli bir oran üzerinden hastalanma garantisinin verilmesi, tıp etiği ve mesleki değerlerle bağdaştırılabilir mi? Neoliberalizmin bu soruya vereceği yanıtı biliyoruz. Kredi kullanan şirketlerin zora girmesi durumunda ortaya çıkacak riski de devlet üstlenmiş durumdadır. İhalelerde şirketler projenin finansmanını, inşaatını, medikal cihazları vb. sağlayacaktır. Şirketler ayrıca görüntüleme, laboratuar gibi tıbbi hizmetleri; bilgi işlem, çamaşır, temizlik, güvenlik, yemek gibi destek hizmetlerini; sağlık hizmetleriyle uyumlu ticari alanların yapım ve işletilmesini üstlenecektir. 17 şehir hastanesi için ihale alan şirketlerden çıkacak paranın yaklaşık 10 milyar dolar; devletin 25 yılda şirketlere ödeyeceği toplam paranın ise 27 milyar dolar olduğu hesaplanmaktadır.
Sürecin daha en başında, entegre sağlık kampüslerinin şehir merkezlerinin dışında yapılması planlanmıştır. Şehir merkezlerindeki hastaneler kapatılacak, hastane düzeyinde sağlık hizmeti ağırlıklı olarak şehir hastaneleri üzerinden verilecektir. Örneğin, dönemin Sağlık Bakanlığı Müsteşar Vekili Nihat Tosun, 26 Aralık 2008 tarihinde, Ankara’da Bilkent ve Etlik Sağlık Entegre Tesisleri faaliyete geçince, Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi (EAH), Ankara EAH, Yüksek İhtisas EAH ve Dışkapı Yıldırım Beyazıt EAH kapanacağını ifade etmiştir. Bu planlama yapılırken halkın sağlık hizmetlerine ulaşımı konusunda oluşacak sorunlar dikkate alınmamıştır. Sağlık hizmetini esas alıyorsanız, şehirdeki hastaneleri şehrin dışındaki kampüslerde toplamanın akılcı bir açıklamasını bulmak zor. Ticari bir işletme olarak baktığınızda ise, hastane yataklarının %70 doluluğunu taahhüt edebilmenin başka bir yolu görünmüyor.
Kamu-özel ortaklığı hastanelerinin iki yüzü var. Bir yüzünde; koruma, tetkik ve tedavi sürecinde, tıbbi gereklilikler ve nitelikli sağlık hizmeti sunumundan çok, “müşteri memnuniyeti” yer alıyor. Bu vurguyu Bakanın ve diğer yetkililerin demeçlerinde sıkça görüyoruz. Kamu-özel ortaklığı hastanelerinin diğer yüzü ise, İngiltere örneğinden hareketle, hastaneleri işleten şirketlerin hekimler üzerinde, daha uzun çalışma, daha fazla hasta bakma, daha fazla tetkik isteme, “para getirmeyecek” hastaları başka yerlere sevk etme yönündeki taleplerini içeriyor. Tüm sağlık çalışanlarını bekleyen ise, daha çok çalışılarak daha az ücretin alındığı, sözleşmeli, güvencesiz çalışma biçiminin giderek hakim kılındığı bir çalışma ortamı. Bu ortam, şirketlere verilen taahhütlerin yerine getirilmesi esas alınarak düzenleniyor.
SDP’nin birinci fazında kamusal sağlık hizmeti sunumundan, döner sermayeli sağlık işletmeleri modeline geçiş söz konusuyken, ikinci fazda tümüyle şirketlerin yönetiminde olan şehir hastaneleriyle tanışacağız. Kamu-özel ortaklığı modeli, Sağlık Bakanlığı hastanelerinin özelleştirilmesidir. Aynı zamanda, bu uygulamayla kamudan özele büyük miktarlarda kaynak aktarımı sağlanmaktadır.
Piyasada sunulan bir metayı tüketme ya da tüketmeme yönünde bir tercih yapılabilirken, hasta olmama yönünde bir tercihte bulunma olanağı yoktur. Sağlık tıpkı hava gibi, su gibi toplumun ortak varlığı olarak değerlendirilmelidir. Sağlığın meta, hastanelerin şirket olduğu, hastaların ise müşteri olarak görüldüğü bir sistemde, halkın sağlık hakkı talebini yükseltmenin önemi giderek artıyor.
Prof. Dr. Raşit Tükel
TTB Merkez Konseyi Başkanı