Üniversitelerin Bölünmesi ve Akademik Özerklik

Başyazı

Prof. Dr. Raşit Tükel 
TTB Merkez Konseyi Başkanı – 

9 Mayıs 2018 tarihinde TBMM’de kabul edilen ve Cumhurbaşkanı’nın onaylamasından sonra Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Yükseköğretim Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, ülkemizde üniversitelerin durumuyla ilgili çeşitli tartışmaları da gündeme getirdi. Bu yasal düzenlemede, içlerinde İstanbul Üniversitesi, Gazi Üniversitesi gibi köklü üniversitelerin de olduğu 13 üniversitenin bölünmesi ve dördü vakıf üniversitesi olmak üzere 20 yeni üniversitenin açılmasına ilişkin maddeler de yer alıyordu.

Üniversitelerde Sayısal Olarak Artış ve Nitelik Sorunu
Yeni kurulan 20 üniversite ile birlikte ülkemizdeki üniversite sayısı, 128’i devlet, 78’i vakıf olmak üzere 206’ya yükselmiş oldu. Peki, yeni üniversitelerin açılmasına ihtiyaç var mıydı? 2017 yılında Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sistemi’nde (ÖSYS) lisans programlarında 473 bin 776, önlisans programlarında 436 bin 904 olmak üzere toplam 910 bin 680 kontenjan tanımlanmıştı. Yerleştirmeler sonrasında 163 bin 613’ü önlisans programlarında, 50 bin 817’si ise lisans programlarında olmak üzere toplam 214 bin 430 kontenjanın boş kaldığı görüldü. Daha bir yıl önce, üniversitelerdeki toplam kontenjanın yaklaşık dörtte biri (%23.5) boş kalmış iken, üniversitelerin bir kalemde %10 gibi bir oranda artırılmasını akademik ölçüler üzerinden açıklamak zor görünüyor.

Ülkemizde çok sayıda üniversitenin yeterli sayıda ve nitelikte eğitici olmadan, personel sayısı, fiziksel ve teknolojik donanım gibi alt yapı olanakları sağlanmadan varlıklarını sürdürebildikleri biliniyor. Yine birçok üniversitede akademik kadrolar öğrenci sayıları ve eğitim-hizmet dengesi üzerinden oluşturulmamakta, önemli sayıda öğretim elemanı açığı bulunmakta, eğitim-öğretim programları ve araştırma faaliyetleri için gereken planlanmalar yapılamamaktadır. Akademik gereksinimler tanımlanmadan açılan, yükseköğretim için gereken asgari standartları karşılamaktan uzak çok sayıdaki yeni üniversite, üniversitelerimizdeki nitelik sorununu çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Bunun bir sonucu olarak, nitelikli bir üniversite eğitimi alamadan mezun olan üniversiteli işsiz sayısı giderek artıyor. Çok sayıda üniversite mezunu ise, üniversite eğitimi gerektirmeyen güvencesiz, geçici işlerde çalışmak zorunda kalıyor.

Akademik Özerklik Olmadan Üniversite Olur mu?
Bir yasayla 13 üniversitenin bölünmesi, üniversitelerin nasıl yönetilmesi, nasıl bir işleyişe sahip olması, geleceğine ilişkin kararların hangi mekanizmalarla alınması gerektiği sorularını da gündeme getirdi.

Üniversitelerde bilimsel özgürlüklerin varlığı, gerçek ve yeni bilgiyi araştırmayı gerektiren iklimin korunmasını garanti eder. Üniversitelerin öğretme, araştırma ve yayımlama gibi evrensel işlevleri, herhangi bir etki ve baskıya karşı güvence altına alınmalıdır. Bilimsel özgürlükler kullanılırken, toplumun gereksinimleri ve önceliklerinin temel alınması, araştırma alanlarının bilimsel gelişmeler doğrultusunda seçilmesi, eğitim ve öğretim programları ve müfredatların akademik gelişmelere uygun olarak düzenlenmesi üniversite olmanın temel koşulları arasında kabul edilir. Üniversite, akademik özerkliğin bir koşulu olarak geleceğine kendisi karar vermelidir.

Rektör atamaları, üniversitelerin iktidarın istediği biçimde şekillendirilmesinin ilk aşamasını oluşturuyor. Bunun üniversiteler üzerine doğrudan etkisi ise, akademik özerklik alanının daraltılması olarak karşımıza çıkıyor. Sonuçta, akademik olarak özerk olması, karar verme ve verdiği kararları uygulamada bağımsız davranabilmesi gereken üniversitelerde, dışarıdan gelen etkilere açık, hiyerarşik bir yapılanma kuruluyor.

Üniversite mensuplarının, YÖK Başkanı tarafından 10 yıldır gündemde olduğu belirtilen üniversitelerin bölünmesinden, konu Meclis’te ilgili komisyonunun önüne geldiğinde haberdar olması, üniversitelerin kendisiyle ilgili kararlarda söz sahibi olmaktan ne kadar uzağa düştüğünün bir göstergesi aynı zamanda. Bu noktada, üniversitelerimizin bilimsel özerkliğe sahip olmaları konusuna vurgu yapan Anayasa’nın 130. Maddesini de anmadan geçmeyelim.

İstanbul Üniversitesi Örneği Üzerinden Üniversite Bölünmesi
Üniversiteler bölünürken geçerli bir gerekçe sunulamadı. Özellikle İstanbul Üniversitesi için sözü edilen öğrenci sayısının fazlalığının, bölünme gerekçesi olamayacağı dünyadaki örneklere bakıldığında kolayca anlaşılmaktadır. Dünyada öğrenci sayısı açısından İstanbul Üniversitesi ile eşdeğer durumda ya da ondan büyük olan çok sayıda saygın, köklü üniversiteler olduğu biliniyor. Ayrıca, uzunca bir süredir Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde üniversitelerin bölünmesi değil birleşmesi eğilimi ön planda. AB ülkelerinde 2000-2015 yılları arasında 92 üniversite birleşmesi gerçekleşmiş bulunuyor. Dünyada üniversiteler birleşirken, bizde bölünüyor.

Yine İstanbul Üniversitesi örneğinden devam edelim. İstanbul Üniversitesi’nde 2017 İdari Faaliyet Raporu’nda, üniversiteye ilişkin stratejik planlama da yer alıyor. Burada belirtilen üniversitenin zayıf yönleri arasında “öğrenci kontenjanlarının sürekli artması, akademik ve idari personel kadro sayılarının yetersizliği, eğitim-öğretim ortamlarının altyapı yenileme çalışmalarının tamamlanmamış olması” sayılıyor. Stratejik planlamada tehditler bölümünde ise, “bazı bölümlere YÖK’ün gereğinden fazla öğrenci kontenjanı vermesi nedeniyle eğitim kalitesinin düşmesi, hükümet politikalarının üniversitelerin gelişim programıyla yeterince uyuşmaması, YÖK’ün araştırma görevlisi kadrolarını kısması, 2547 sayılı YÖK Kanunu’nun getirdiği olumsuzluklar, üniversitelerin bilimsel özerklik ve özgürlüğünün yeterince olmaması” gibi konulara yer veriliyor. Stratejik planlamada İstanbul Üniversitesi’nin bölünmesiyle ilgili bir görüşe yer verilmemiş olması, aksine güçlü yönler arasında üniversitenin köklü olmasına vurgu yapılması, bölünme konusunun üniversitenin gündeminde olmadığını ortaya koyuyor.

İstanbul Üniversitesi’nin farklı yıllardaki İdari Faaliyet Raporlarını incelediğimizde, stratejik planlamada da belirtilmiş olan öğrenci kontenjanı fazlalığı sorunuyla karşılaşıyoruz. Bu sorunun nedeninin, geçtiğimiz 10 yılda YÖK tarafından fakültelerin kapasitesini, alt yapı olanaklarını ve eğitici insangücünü dikkate almadan öğrenci kontenjanlarının sürekli artırılması olduğu açık olarak görülüyor. İdari Faaliyet Raporlarına göre, 2007 yılında İstanbul Üniversitesi’nde örgün öğretimdeki önlisans ve lisans öğrencilerinin sayısı 50 bin civarında iken, 2017’de bu sayı 108 bin oluyor. 10 yıllık dönemde öğrenci sayısında görülen iki mislinden fazla artışa karşın akademik personel sayısı 5.100 ile 5.200 arasında değişiyor; diğer bir ifadeyle değişmeden kalıyor.

YÖK tarafından fakültelerin eğitim alt yapısı ve insangücünü dikkate almadan artırılan kontenjanların oluşturduğu sorunun çözümü bölünme olmamalı. YÖK’ün yaklaşımı değişmedikçe, fakültelerde kontenjan fazlalığından kaynaklanan sorunlar sürecektir.

Sözü bu noktada, ülkemizin en köklü tıp fakültelerinden olan, isimleri İstanbul Üniversitesi ile özdeşleşen İstanbul Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerine getirelim. Şu ana kadar iki tıp fakültesinin İstanbul Üniversitesi bünyesinde bir arada olmasının üniversite için olumsuzluk oluşturduğuna ilişkin bir veri ortaya konabilmiş değil. Aksine, bilimsel etkinliklere, yayın sayılarına bakıldığında, İstanbul Üniversitesi’nin araştırma üniversiteleri arasına girmesinde bu iki tıp fakültesinin oluşturduğu bilimsel işbirliği ve karşılıklı etkileşimin katkısı açık olarak görülebiliyor.

Üniversitelerin Bölünmesi Üzerine Yanıt Arayan Sorular
Üniversitelerin bölünmesine akademiden yana bir yanıt bulunamadığında, çeşitli kaygıları da içeren şu sorular akla geliyor:
– Köklü bir üniversitenin tarihsel bağlarının zayıflatılıp ürettiği değerlere, ilkelere ve geleneğine müdahale edilerek kurumsal yapısının değiştirilmesinin amacı nedir?
– Bölünmeler üniversiteleri, geleneklerinden uzaklaştırıp tarihlerinden kopararak üniversite dışı değerler üzerinden bir kadrolaşmaya, farklı bir yapılanmaya götürür mü?
– Değerli arazilerin bir üniversiteden alınıp yeni kurulan bir üniversiteye devredilerek el değiştirmesi, bu arazilerin ranta açılması tehlikesini içerir mi?

Sonsöz Olarak
Üniversite hiyerarşik bir ast-üst ilişkisi üzerinden yönetilemez; üniversitenin geleceğine ilişkin kararlar üniversite mensuplarının karşı görüşlerine rağmen alınamaz. Telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açması kaçınılmaz görünen üniversitelerin bölünmesi kararından, bir an önce gerekli yasal değişiklikler yapılarak dönülmelidir.

Üniversitede akademik, idari ve hizmet alanlarında çalışanların ve öğrencilerin kendilerini ilgilendiren tüm kararlara demokratik mekanizmalar üzerinden katılmaları sağlanmalıdır. Üniversite demokratik, katılımcı, özgür ve özerk olmalıdır!