Birlikte mücadeleden başka yol yok!

Gündem

Barış talep eden bir basın açıklaması nedeniyle haksız ve hukuksuz bir şekilde 9 Şubat 2018 tarihinde gözaltına alındıktan sonra 17 Şubat 2018 tarihinde tutuklanarak Sincan 2 No’lu F Tipi Cezaevi’ne konulan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, özgürlüğünden yoksun bırakıldığı 160 günün ardından, 19 Temmuz 2018 tarihinde serbest bırakıldı.

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, cezaevinde kaldığı süre boyunca bir halk sağlığı uzmanı olarak, tutukluluğu sona erdikten sonra ise eğitim ve bilimsel faaliyetlerine, TTB Toplum ve Hekim Dergisi Editörü olarak dergi ile ilgili çalışmalarına yoğun bir şekilde devam etti. Cezaevindeyken, koğuş arkadaşı olan iki Suriyeli’den hiç okuma-yazma bilmeyen birine okuma-yazma ve her ikisine Türkçe öğretti. Bir kısmı daha önce basına yansıdığı gibi nezarethane koşullarına ilişkin gözlemlerini raporlaştırdı ve hapishane koşullarının gerek mahpuslar, gerekse çalışanlar açısından içerdiği olumsuzluklara bu konuda mutlaka çalışma yapılması gerektiğine dikkat çekti. Meslektaşı Prof. Dr. Feride Aksu-Tanık’ın cezaevine gönderdiği fotoğraflarla, Bülent Tanık’ın “Candenizi” sergisini cezaevindeki koğuşunda açtı. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, bu gibi faaliyetler sayesinde cezaevi koşullarının zararlarının kısmen de olsa azaltılabildiğini belirterek, insan kalmak adına düşünmeye ve üretmeye devam etmenin önemine dikkat çekti.

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ile tahliye oluşundan 2 ay sonra TTB’de bir araya geldik ve tüm bu süreci nasıl geçirdiğini, bu dönemde Türkiye’de yaşanan gelişmeleri ve kapitalizmin “kapıdaki” krizinin olası etkilerini konuştuk. Krizi tek başına Türkiye’ye bağlamanın mümkün olmadığını belirten Onur Hamzaoğlu, bunun neoliberalizmin çözülüşünün başlangıcı olduğu tespitini yaparak, yaşanan olumsuzluklardan çıkış için birlikte mücadeleden başka çözüm olmadığını vurguladı:

“Bir yılgınlık hali var ama buna teslim olmamalıyız. İnsanca yaşamak için olanaklarımız önceki yıllara göre bugün daha fazla. Bunu görelim ve olanaklarımızı buna göre birleştirelim. Birlikte mücadeleden başka çözüm yok. Temel aracımız da umut, umudu yükselteceğiz, değiştirebiliriz.”

Mutlu Sereli Kaan

  • Yaşadıklarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

İktidarların doğruları Ortaçağda Kıta Avrupası’nda kilise insanları tarafından, İslam coğrafyasında halifelerin fetvalarıyla, modern devlette de mevzuatla (anayasayla, yasalarla, tüzüklerle, yönetmeliklerle) belirlenmiş. Ama doğrular çoğu zaman gerçekle, hakikatle aynı olmayabiliyor. Benim hayatımda da üç önemli hakikat devletin doğrularıyla çelişti. Ben de o hakikatlere sahip çıkmak konusunda geri adım atmadım. Bunlardan birisi, Dilovası konusu. Çok kıymetli ekip arkadaşlarımla beraber Dilovası’nda yaşanan sorunları ortaya çıkardık. Türkiye’de geçerli olan mevzuata göre, Dilovası’nda hava kirliliği çok düşük düzeydeydi. Türkiye’de havanın kirli olması ile ilgili sınır değer 56 birim. 1 m3 havadaki toz miktarı 56 mikrogramın üzerindeyse hava kirli diyorsunuz. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ise bu değerin 20 mikrogram olduğunu söylüyor. Bütün bunları deşifre ettik. O dönemde de üniversite yönetimi başta olmak üzere, kentin Büyükşehir Belediyesi, hükümet üyeleri beni şarlatanlıkla suçladılar, benim ve ekip arkadaşlarımın akademik faaliyetlerimizi engelleyici girişimlerde bulundular. Biz doğrudan doğruya o verileri, verilerin sahipleriyle paylaştık. Sonra bununla ilgili ilk verileri açıklayınca, sizin de bildiğiniz o süreci yaşadık.

“Bu suça ortak olmayacağız: Türkiye üniversitelerinde bir ilktir”

İkincisi; 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Türkiye’de ilk defa bir genel seçimde ortaya çıkmış sonuç uygulanmadı. Barış talep edenlerin AKP’yi tek başına iktidar olmaktan 13 sene sonra engellediği bir pozisyondur o seçim. Bu bütün dengeleri bozdu. Birden 5 Haziran’da Diyarbakır’daki seçim mitingindeki patlamadan başlayan bir kaos ortamı içinde bulduk kendimizi. Ardından Suruç katliamı yaşandı. 10 Ekim’de Ankara’da biliyorsunuz, ilk bombalama TTB kortejinin 20-25 metre arkasında oldu. O katliamların ardından bir seçime götürüldü bu ülke ve Kasım 2015 seçimleri yaşandı. Herkes korku içindeydi, patlamalar, canlı bombalar… Bunun kendiliğinden olduğunu söylemek tarihsel deneyimlerimiz ışığında ve buradan geriye bakıldığında da mümkün değil. Bir düğmeye basılıyor ve ardından Reyhanlı, Antep, düğün katliamları yaşanıyor. Türkiye’de Kürt illerinde süresi belli olmayan sokağa çıkma yasağı vardı. Hastalar ilaçlarını alamadı, gebeler doğum için hastaneye gidemedi, sağlık hizmetlerine ulaşım engelleniyordu, hatta bir yönüyle yasaklanmıştı. O sırada bizim meslektaşlarımız evdeki hastalara gitmeye çalışırken, beyaz önlükleriyle keskin nişancılar tarafından öldürülmüştü. Anneler çocuklarının cenazelerini derin dondurucularda saklamak zorunda kaldı, günlerce yerlerde kalan cenazeler oldu, annelerin, dedelerin cenazelerine… O ortamda Türkiye’de akademisyenler bir yurttaş olarak devletten yaşam hakkı ihlallerinin durması ve halkların barış içinde yaşama hakkının sağlanması yönünde bir talepte bulundular. Bu Türkiye üniversitelerinde, akademisinde bir ilktir. Devletten; tam da onun sorumlulukları kapsamında uluslararası metinlerle belirlenmiş haklarını talep etmişlerdir. Kendi adlarına değil, kendi insanlıkları adına. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metnini imzalayan ilk 1128 kişi, daha sonra bizim dönemin Cumhurbaşkanı tarafından hedef gösterilmemizin ardından arkadaşlarımızın yeniden imzaya devam etmeleriyle yaklaşık 2220’ye ulaşan imzacı sayısı, esasında bu ülkede insanların yalnız olmadığını, yaşananların görüldüğünü ve bunu sonlandırmak için bir irade ifade edildiğini gösterdi. İşte o zaman da devletin doğrusu Türkiye’nin hakikatiyle, bizim hakikatimizle çatıştı ve imzacı arkadaşlarımla beraber ben de pek çok soruşturma geçirdim. Daha sonra 15 Temmuz’daki asker kalkışmasının ardından, Hükümet’in gerçekleştirdiği Anayasa darbesi ve ilan edilen OHAL kapsamında da 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde çıkan 672 sayılı kararname ile ikinci karşıtlığımı da kamudan ve yılların üniversite hayatından çıkarıldım. Pek çok hakkımız engellendi, yaşayan ölülere döndürülmek isteniyoruz, hâlâ daha engellenmek isteniyoruz. Hiçbir yerde çalışma olanağımız yok. Bu çok önemli bir tutum; devletin gözüyle nereye konduğumuzu göstermek adına.

“Afrin operasyonu Türkiye’nin göç tehdidi kartının sürekliliğini sağlamak için yapıldı”

Üçüncüsü de esasında Türkiye halklarının birçoğunun Suriye’de adını bilmediği bir kent, bir bölge olan Afrin ile ilgili. 2011’in Mart ayında başlayan Suriye iç savaşı çok büyük bir göç dalgasına sebep oldu. Milyonlarca insan ülkesinden ayrıldı, öldü, sakat kaldı, yaralandı. Bu insanların önemli bir kısmı Türkiye’de. O dönemde uluslararası haber ajanslarının web sayfalarından Afrin bölgesinde iç savaşın 7. yılına rağmen, son 3 buçuk-4 yılında savaşın ve çatışmanın olmadığı ve o bölgedeki halkların kendi kendini yönettiği bir modelin varlığını biliyoruz. Orada nüfusun iç savaş öncesine göre 3-4 katına çıktığını ve Halep ve benzeri bölgelerden Türkiye’ye gelmek için yola çıkanların orayı güvenli buldukları için Türkiye’ye gelmekten vazgeçtiklerini, buraya yerleştiklerini, kentlerden gelenlerin kentlere, kırsal bölgelerden gelenlerin de kırsala yerleştirildiklerini, geldikleri yerlerdeki içinde bulundukları benzer üretim alanlarına yönlendirildiğini okumuştuk. Afrin’e yönelik olarak işgal girişimi; ki bu uluslararası hukukta bir terminolojidir. Uluslararası hukukta işgal hukuku diye bir kavram vardır. İster barışı götürmek için, ister orada toprakları işgal etmeye gidin, o ülkenin yöneticileri, devlet size gelme diyorsa, bu “işgal” olarak kabul ediliyor Afrin’in işgali konusu, yalnızca Türkiye’ye bir alan açmak değil, göç tehdidinin sürekliliğini de sağlamak anlamındadır. Türkiye Afrin girişimiyle aynı zamanda göçü tetiklemiş oluyor, bununla da AB ile olan pazarlığında elini güçlendiriyor. Bu dönemde de 9 kurum, Afrin’deki işgal girişimine karşı tutum alan, savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğunu ifade eden ve barış talep eden, 322 kelimeden oluşan bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Onun üzerine, hemen polisin savcılığa ihbarı ile ve polisin tanımladığı suç kapsamında Ankara Cumhuriyet savcılığı harekete geçti, 9 kurumun 16 yöneticisinden 12’si ile ilgili yakalama kararı çıkardı, bunların 8’ine işlem yaptı, ikisini tutukladı. Bunlardan birisi de bendim. Ben HDK Eş Sözcüsü sıfatıyla önce gözaltına alındım, sonra tutuklandım. İşte bu üç olay, benim kişisel yaşantımda devletin doğrusuyla hakikatin çeliştiği, benim de bu çelişkiyi görünür kılmak adına tutum aldığım dönemler oluyor.

  • Gözaltı sürecinizde, insan sağlığı açısından son derece olumsuz koşullarda tutulduğunuzu biliyoruz. Gözlem ve tespitleriniz basına da yansıdı.

9 Şubat sabahında bir ev baskınıyla gözaltına alındıktan sonra gözaltındaki ilk gecelememi İstanbul’da Vatan’da yaşadım. İki gün sonra Ankara’da getirildiğim yer bir spor salonu idi. Uygulama çok kötü demeyeceğim; 1600’lü yıllardan kalma diyebilirim. Hiçbir yerde zamanı izleyeceğiniz saat yok. Spor salonunun orta yerindeki sahada herkesi tutuyorlar, sürekli aydınlık hali. Kullanılan battaniye, yorgan ve yastıklar OHAL’den bu yana yıkanmadan kullanılıyor ve size ait değil. Bu ne demek? Her gün akşam uyuma vakti geldi denildiğinde bir yatak, bir yorgan, bir battaniye, bir yastık alıyorsunuz, sabah bırakıyorsunuz, akşama başka bir şey almak durumundasınız. Gözaltında ortalama 50 insanın olduğu yerden girilen tuvalet ve duşlar sadece 3 taneydi. Islak alan olduğu için terlikle giriliyordu. Üç kişi varsa içerde, dışarıda kuyruk oluyordu. İçeride durum ise felâket. İnsan yağı, saçı ve kılından oluşmuş topaklar ver yerlerde. Duşlarda mahremiyet adına kapı, perde herhangi bir şey yok. İnsanlar mahremiyeti sağlayabilmek adına çöp torbalarından örtüler yapmışlar. Diş macunu, diş fırçası yasak. Duş açıldığında çok kısa bir süre sonra taşıyor ve her taraf gölleniyor. Tam bir işkence. Hijyen üzerinden, kirlilik üzerinden tam bir işkence. 21. yy’de Ankara’da, başkentte bir toplama merkezi olarak tanımlamak mümkündü. Bunun dışında avukatlarla görüşme alanı yok. Darp ve cebir muayenesi için hekimler getirildiğinde, polislerin bulunduğu yerde muayene yapmak zorunda kalıyorlardı. Bana adımı, soyadımı ve mesleğimi sorduklarında, hekim olduğumu, halk sağlığı uzmanı olduğumu, darp ve cebir muayenesinin yanı sıra, yaşam koşullarını da ele almaları gerektiğini ve öncelikle bu muayene koşullarını değiştirmeleri gerektiğini söylüyordum. Darp ve cebir muayenesinin olması gereken koşullarda yapılmasını, en azından paravan konulmasını sağlıyorlardı ama benim her seferinde bunu talep etmem de oradaki görevlilerde çok büyük bir gerilim yarattı. Oradaki muayene kayıtlarımı iptal etmek, hekim arkadaşların benim üzerimden ifade etmiş oldukları yaşam koşullarıyla ilgili tespitleri yırtmak, bulunduğu yerden almak ve beni hastaneye muayeneye götürmek gibi şeyler de yaşadık. Gerçekten bir gerilimdi; ama, hem insan kalmak hem de en azından hekimlik mesleğini ve halk sağlığı uzmanı sıfatımı yaşamımın bu alanında uygulamazsam ne zaman uygulayacağım sorusuna verdiğim yanıt direnmeyi ve bunun ötesinde mücadeleyi, tutsakken de mücadeleyi önüme koydu ve ben de bunu tercih ettim. O gözlemlerimi daha sonra İnsan Hakları Vakfı’nda görevli hukukçu arkadaşların sistemli bir biçimde kayıt etmesini sağladım. Aynı koşullarda benden bir 10 gün kadar önce orada bulunan TTB MK üyelerinin gözlemleriyle birleştirildi ve var olan fiziksel koşulların değiştirilmesi talebi dile getirildi. Benzer durumdaki gözlemler cezaevinde de gerçekleşti. Bir kere hakikaten insanlığı yok edici, insanın toplumsal bir varlık olmasını ezici, yok sayan, kişiliksizleştirici bir mimari ve bunun uygulaması var orada. İnsana karşı olanların, devlet güçlerinin, sermayenin, insanlığa karşı neler ürettiğini gözler önüne seriyor F tipi cezaevi modeli. Sadece içindeki biz rehinelerin değil, -yöneticileri kastetmeden söylüyorum- orada çalışan gardiyanların da insani olmayan koşullarda bulunması, tutsaklarla beraber tutsaklığını yaratan bir model. Bizim kendi mesleki terminolojimizle, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında acil müdahale edilmesi gereken alanlardan biri olduğunu söylersem abartmış olmam.

  • Bununla ilgili bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?

Sanıyorum süre kısa olsaydı anlatmak kolay olurdu. Ama 5 ayı oldukça geçen bir süre olunca, “o dönemi öylece yaşadım” biçiminde duruyor zihnimde. Kendi kafamın içinde sistemli bir biçimde var. Ama o sistemli biçimi bu tür söyleşilerde aktarıp beraberinde çözüm üretecek bir çalışma yapmak gerekiyor. Tabii ki, buradaki sınırlılık da şu; “kapitalizmin ya da bu sistemin cezaevleri var” gerçeğini reddetmeden yazmak gerekiyor maalesef. Buna maalesef diyorum çünkü hapishanenin olmadığı bir dünyayı da hedeflememiz gerekir. Her ne olursa olsun, insan yaşamına, insan onuruna aykırı mekânlar hapishaneler, hangi şekliyle olursa olsun. Ama bu söylemiş olduğum esas hedef gerçekleşene kadar da, insan sağlığını bu derece tahrip etmeyecek bir hale getirmek için de mücadele etmek gerekir. Ben en azından bunun için de bir katkıda bulunmayı düşünüyorum.

  • Koşullarda herhangi değişiklik olduğuna dair bir bilgi aldınız mı?

Hapishane için değil tabii ama en azından gözaltı koşullarıyla ilgili düzenlemeler yapıldığına dair arkadaşlar haber verdiler. Şunu söyleyeyim; gardiyanların da umuduydu; böyle bir çalışma yapacak mısınız diye. Buraların durumu kötü diyorlardı. Ben de onlara önerilerde bulunuyordum. İki yönüyle de çalışmamız gereken bir alan. Hem oradaki tutuklu ve hükümlüler için, hem de oradaki çalışanlar için yapmamız gereken bir çalışma.

  • İkincil cezalandırma anlamına geldiğini düşünüyor musunuz şartların bu kadar kötü olmasının?

Bir örnek vereyim. Biliyorsunuz hapishanelerde yazılan mektuplar gönderilmeden önce görülüyor. Size geldiğinde de görülüyor ve kendilerince kriterlere uygun bulunduğunda veriliyor. Bir hapishaneden yazılmış ve üzerine görülmüştür damgası vurulmuş mektuplar bile, bir başka hapishanede, benim yattığım Sincan F2 Cezaevi’nde uygun bulunmayıp bana verilmediği oldu. Bir tane değil, birkaç tane. Bir başka kurumun; “evet ben mahkûmun yazdığı bu mektubu okudum, bu başka yere gönderilebilir” dediği bir mektup bu hapishanenin yönetimi tarafından bana verilmesi uygun görülmüyor. Bana verilen tutanakta da benim orada “ıslah” olarak bulunduğum ve bana verilmeyen mektupların bu ıslahı engelleyecek olduğu için bana verilmediği ifade ediliyor. “Islah merkezi” bu tür haberleşmeleri engellemekle ıslah ediyorlar kendilerince.

  • Tahliyenizden sonraki süreci nasıl geçirdiniz?

Hapishanedeki süreçte dostlarımı tanıdım. O yönüyle, iyi gelen yönleri ve kötü gelen yönleri oluyordu. Oraya gelen mektuplar, o mektupların içeriği kendi başına çok özgün, onu söyleyeyim. Hatta oraya gönderilenlerin mektup değil de fotoğraflar olması gerektiğine yönelik bir keşfim de oldu. İyi geliyor, hayattan haber veriyor, çünkü orada birçok engel var. Göçmenlerle ilgili bir serginin tek tek tablolarının fotoğrafları gelmişti. Ben koğuşta sergi açtım o fotoğraflarla.

  • Hangi sergiydi?

Bülent Tanık’ın Ankara’daki sergisiydi. Sağ olsun Feride arkadaşım hepsini bana tek tek çekerek gönderdi. Ben de sergi açtım. Bu sadece bize değil, koğuşu denetlemeye gelen ya da sayıma gelenlerin de gördüğü, bakındığı bir sergi olmuştu. Hayatı dönüştürmek adına müdahale edebilmenin araçları her zaman var. Bu tabii ki bütünlüklü bir mücadele değil, ama en azından orada ezilmediğinize, kendi kimliğinizi korumak konusundaki ısrarınıza destek olan uygulamalar bunlar.

F tipinin işletim biçimi içeriye konanların her bir günü tek bir gün olarak yaşamaları ve ertesi günün bağlantısını kurmamaları üzerine. Ben bunu ilk bir hafta içinde fark edince, bunu aşacak yönde bir şeyler yapmaya gayret ettim. Dışarıdayken de yapmaya çalıştığım raporların analizlerini, verilerin ikinci analizleriyle ilgili çalışmalarımı sürdürdüm. Burada Ziynet’i, Kürşat’ı, Semra’yı, Ozan’ı çok özel anmam gerekiyor ve onlara o dokümanları tedarik eden sizleri, TTB heyetini… 4 Hakem Kurulu yazısını içeride yazmış oldum. Bu üretimler insanın, bir önceki gün ile ertesi günün sürekliliğini sağlıyor, bir de üreten insan oluyorsunuz. Benim için o çok daha zor geçebilecek koşullar, daha kabul edilebilir, insan kalmak yönünde tutulan dönemler oldu. Şimdi de arasız devam ediyorum yaşantıma. Böyle bir süreç yaşanmış olması nedeniyle bir köşeye çekilmek gibi bir durum asla söz konusu olamaz, olmaması da gerekir. İnsan kalmak adına, hem düşünmeye, hem düşündüklerimizi paylaşmaya, hem de üretmeye devam etmenin önemli olduğunun altını çiziyorum.

Tahliye olduktan sonra benden beklenen tatile çıkın önerisiydi. Doğrudan doğruya üç alanda işlerim vardı, hemen onlara döndüm. Salıverildikten 9 gün sonra Toplum ve Hekim dergisinin Hakem Kurulu toplantısı vardı, ona katıldım. Ardından Kocaeli Dayanışma Akademisi (KDA) ve HDK faaliyetlerine devam ettim. Bayram tatilinin ardından, Karaburun Bilim Kongresi düzenleme kurulu üyesiyim, oradaki faaliyetlere katıldım. Bayramdaki bir haftalık tatille yetinip kaldığım yerden mücadeleye yaşamaya devam etmeyi daha uygun buldum.

  • Siz cezaevindeyken ülkede yaşanan önemli bir gelişme de 24 Haziran seçimleriydi. Seçim sonucunda resmen bir rejim değişikliği yaşandı. Geleceğe dönük projeksiyonunuz nedir?

Hem dünya hem Türkiye koşulları insanı yok edecek hale gelmiş durumda. Bununla sistemli, örgütlü mücadele çok önemli. Ben 24 Haziran baskın seçimleri öncesinde yakalanan ve topluma gerçekten mâl olan değiştirebiliriz umudunun yeniden geliştirilmesi gerektiğini, bununla ilgili elimizde olanaklar bulunduğunu söylemek isterim. Bu durum herhangi birine, herhangi bir partiye özgün bir durum değil. Ana muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı ya da muhalefet partileri üzerinden gelişen bir durum değil, toplumun yaşadıklarıyla gelişiyor. Demokratik kitle örgütleri kendi alanlarıyla ilgili olarak bu dönemde, öncekilerden daha fazla topluma değecek ve bunun esasında sistemli bir dönüşüme çevirebilecek olanaklara sahipler. Bir yılgınlık hali var; ama, buna teslim olmamalıyız. İnsanca yaşamak için olanaklarımız önceki yıllara göre bugün daha fazla. Bunu görelim ve olanaklarımızı buna göre birleştirelim. Birlikte mücadeleden başka bir çözümü yok bu işin. Evet, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diye bir sistem var ama Türkiye’de faşizm var. Bazıları var mı, yok mu tartışmasını götürüyorlar hala; ben de şöyle diyorum: Faşizm kapitalizmin içselliğinde var; yani üretim ilişkilerinde, toplumun temel dinamiklerinde bir değişim yaratan bir model değil faşizm, sadece ekonomik alan ile siyasal alanın el değiştirmesi. Siyasal alan büyüyor ve öne çıkıyor ve yine sermayenin ve ekonomik alanın çıkarları adına iktidardaki egemenliği organlarıyla birlikte, kurumlarıyla birlikte daha başat hale geliyor. 20 yy’da Almanya’da, İtalya’da, İspanya’da neler yaşandığını bir liste haline getirip, ondan yaklaşık 80 yıl sonra Türkiye’de bu var, bu yok, diye bakarak karar vermek bilim dışı, siyaset biliminin dışında bir tutum olur. Türkiye yönetim alanında siyasal veçhe ekonomik veçhenin önüne çıkmıştır. O nedenle, şiddetiyle, kurumlarının pek çoğuyla faşizm vardır. Faşizmle mücadele tek başına olmaz, birinin ya da birilerinin öne çıkışıyla olmaz, birlikte mücadelenin önünü açmamız gerekir. Şimdi değilse ne zaman sorusunu hep beraber sormamız gerekir. 2018’in Eylül ayının bu son günleri, bu soruları birlikte sormak ve bunlara birlikte yanıt vermenin zamanın. Yeni yapılar kurmak, yeni yerlerde bir araya gelmekten asla bahsetmiyorum.

  • Burayı açar mısınız?

Öncelikle ana hatlarda doğru tespitlere ihtiyaç var. Neoliberalizmin çözülüşünün başlangıcını yaşıyoruz. Böyle bir sıkışmışlığı var ama muhatapların müdahalesi gerekiyor. Tüm dünyada şiddeti yönetmede bir araç olarak artması, muktedirlerin ne kadar zorda olduğunun bir göstergesi olarak görülmeli. İşte o zaman herkesin kendi mahallesini kurtarması değil de herkesin kendi mahallesinde yaşananları ve başka mahallelerde yaşananları görmesi ve mücadelenin mahalle bazında değil de genel anlamda olması için bir güç birliği yapmaları gerekiyor. Artık Türkiye’de mutfaklarda tencereler kaynamıyor, bunu görelim. Artık Türkiye’de sosyal devlet uygulamasından sonra gündeme getirilen ve AKP’nin kendince başarılı uygulamış olduğu iane sistemi işe yaramayacak. Soma’da kaybettiğimiz 301 işçinin neredeyse tamamı AKP ilçe başkanlığından götürdükleri kartla o madende taşeron işçi olabildiler. Bugün AKP ilden ya da ilçeden bir kartla herhangi bir yerde işe girme koşulu yok. Çünkü sistem artık daraldı, işçi atacak ama işçi alamayacak. AKP’li olmasa bile; AKP’ye karşı çıkmamak, sandıkta oyunun fotoğrafını çekip göndermek, miting alanlarına zorunlu olarak gelip oradan fotoğraf göndermek gibi mekanizmalar artık çalışmayacak. Bu demektir ki sistem kendini üretme konusundaki araçlarını tek tek yitiriyor, daralıyor. Aklı olmasa bile günlük hayatını çevirebilmek için zorunlu olarak iktidarın peşinde ya da safında olanlar da dâhil bir çözülmenin arifesindeyiz. Bu büyük çözülmeye hazır olmak, bu büyük çözülmeyi bir şekilde organize etmek gerekir ki bu sadece hükümetin değil, aynı zamanda sistemin de halklar, işçiler, emekçiler yararına değişimini getirsin. Ben bütün bunları değiştirebileceğimize olan inancımı koruyorum. Umut bu dönemin en büyük anahtarı. Bu yaşananlara ve bu iktidara mahkûm değiliz. Türkiye bu inançla barışı, refahı, güzelliklerin tümünü yakalayabilir, yeniden inşa edebilir.

  • Ekonomik krizin vatandaşlar, sağlık çalışanları açısından etkilerine ilişkin ne söylersiniz? Her ne kadar iktidar bunu kabul etmese de; süreç neyi getirir?

Türkiye’de bu yaşanmakta olan ya da kapıdaki ekonomik krizi tek başına bu ülkeye bağlamak mümkün değil. 70’lerde kapitalizmin yapısal krizi ABD’nin hegemonyasında IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulmasından sonra neoliberalizmin inşasıyla aşılmıştı patronlar ve sermaye adına. O dönemde merkez kapitalist ülkeler ya da emperyalist ülkeler diye adlandıralım; onlara verilen rol finans kapitaldi, bizim gibi bağımlı kapitalist ülkelerden kaynak aktarımı rolü de doğrudan doğruya yüksek enerji kullanımı, doğaya ve insana doğrudan zararları bilinen, çimento gibi, hurda demir çelikten demir çelik üretmek gibi alanlar perifere kaydırılmıştı. Bizim merkez kapitalist ülkelerin kazan dairesi gibi çalışmamız, 90’lı yıllarda sanki bir hücum gibi Türkiye’de mantar gibi çoğalan, Avrupa’dan nakledilen çimento fabrikaları, demir çelik fabrikaları gibi pek çok gelişme esasında Türkiye’ye bu süreçte verilen rolü gösteriyordu. Ancak görünen o ki, bugünü yaşayanlar neoliberalizmin çözülmesinin başlangıcını yaşıyoruz hep beraber ve biz buna tanıklık ediyoruz.

  • Türkiye’ye gelince…

Şunu görelim; bir şekilde krize doğru hızla gidiyoruz. 2005 yılında; Türkiye’nin dış borcu 130 milyar dolarken, 2017 sonu itibarıyla 453 milyar dolara ulaşmış durumda. Yüzde 350 artış var. Bunun önemli bir kısmı özel sektörün borcu. Ve özel sektör Türkiye bankalarından iktidarın da yol göstermesiyle borçlanmayı doğrudan doğruya yurtdışındaki işleri için yapıyor. Düşünsenize bir şirket yurtdışındaki işlemleri için Türkiye bankalarından kredi alıyor, Türkiye’de kriz var dendiğinde ise; ben sıkıntıdayım, iflas düzenlemesi istiyorum diyor. Oralarda kriz yok ki, yatırım yaptığı yerlerde. Bu doğrudan doğruya özelin zararlarının kamulaştırılması, biz emekçilere, çalışanlara yazılması anlamına geliyor. Özel sektörün borcunun kamulaştırılmasına karşı çıkmamız gerekir.

  • Ekonomik krizin sağlığa etkileri neler olabilir?

Bu sıkışmalar nedeniyle merkez bankasının kasası boşalıyor, develüasyon ve dış borçlar nedeniyle ve kamu için harcanacak paralarda büyük sıkıntılar var. Bu ne demek SGK’nin sağlık hizmetlerini kendisine prim ödeyenler için bile satın alacağı hale getiriyor. Prim ödememize rağmen, katılım payları, ilaçta, muayenede ve diğer sağlık hizmetlerindeki katılım paylarında ciddi artışlar var. Şunu görelim, ilacın üzerinde 100 lira yazıyorsa, SGK emeklilerden bunun yüzde 10’unu, çalışanlardan yüzde 20’sini alıyordu. Peki o ilaca SGK 100 lira mı ödüyor? Hayır. O ilaca ödediği en büyük para hem toplu alışta, hem de iskontolar itibarıyla 40 lira civarında ama bizden alırken kesintiyi etiket fiyatı üzerinden yapılıyor. Bu ayrıntılı hesapların her bir kalemi mevcut, isteyenlerle paylaşabiliriz. Prim ödeyenlerin bile ödediği primden bile çok daha fazla harcama yaparak sağlık hizmetlerine ulaşma koşulu var. Bu insanlara artık o sisteme katılmama, uğramama durumunu dayatacak. En azından kronik hasta olanların, düzenli ilaç kullananların, bu sistemden yararlanmaları zora girdi. Sistemde olmaları daha masraflı hale geliyor.

  • Hali hazırda sistem dışında olan bir nüfus zaten var…

Tabii, 20 milyona yakın olduğunu söyleyebiliriz. Artıyor da, işsizlikle beraber daha da artıyor. Hizmeti alsa bile parası olması lazım, borçları olana hizmet tıkalı. Bunun dışında hizmet sunucuları olarak hekimler ve sağlık emekçilerinin durumu çok kötü. Ödemeler yapılmıyor. Bu kadar sorunu bir arada yaşayan sağlıkçılar, hem Cumhurbaşkanı hem yetkililer tarafından hedef gösteriliyor ve doğrudan doğruya sorunun nedeniymiş gibi gösteriliyorlar ve bu da şiddetin artmasına neden oluyor. Sağlık emekçilerinin yaşadığı bir de böyle bir sorun var. Ama biraz önce söylediğim gibi bu sorunlar kompartımanlar halinde değil, tek başına ele alınacak sorunlar olmaktan çıktı. Bütünü görmemiz gerekiyor. Sırf bu nesnellik bile birlikte mücadeleyi zorunlu kılıyor. Bunu görmek ve siyasi aktörlerin bu konuda artık ikircikli olmaktan kurtulup kararlılıkla adım atmaları gerekecek.