Yine düşmüş yollara. Yalpalayarak geliyor karşıdan. Avaz kıyamet bir türkü dilinde… Henüz kuşluk vakti ama yine elinde bir şişe şarap. Arada duraklayıp, şişeyi kafaya dikiyor. Sonra elinin tersiyle şarabı, salyasını, sümüğünü silip; yürümeye ve türküye devam. Bu soğukta üzerinde incecik, lime lime, kararmaya yüz tutmuş bir beyaz gömlek: Göbeğine kadar düğmeleri açık, ama çıplak boynundaki kırmızı kravatı her zamanki yerinde. Prensiplerinden hiç ödün vermez İsmail! Her zaman tam tekmil giyinir.
Yaklaştıkça kaldırımdaki rotamı bir yay çizerek genişletiyorum. Delinin teki, ne yapacağı belli olmaz ki! Ya aniden saldırırsa? Tokat patlatıp, kaçabilir mesela. O çirkin, seyrek dişlerinin arasından fırlayan tükürükler üzerime sıçrayıverse üç gün duştan çıkamam doğrusu.
Severim aslında İsmail’i. Tedirginlik ve tiksinti karmaşası duygularımla başa çıkmayı beceremem öte yandan. Uzak durmak iyidir. Nerede kalır, nerede yatar, ne yer, ne içer bu berduş? Bu sorular kafamı kurcalar. Ama yardım etmeyi, iki çift laf etmeyi düşünür müyüm? Hayır!
O ise benim ne varlığımı ne tedirginliğimi fark eder. Kimseleri umursamaz. Gözleri yarı kapalı, vurdumduymaz bir tebessüm dudaklarında; türkü söyleyerek gezer durur sokaklarda.
Benim dışımda, mahallenin bütün sakinleri kanıksamıştır onu. Neden ben böyle korkuyorum? Utanıyorum, ama elimde değil. Bakınıyorum etrafta kimse istifini bozmuyor şehrin zararsız delisini gördüğünde.
Kasabın önündeki sarman, yine sol patisini yalıyor İsmail geçerken. “Bu kadar gürültü çıkarmanın ne gereği var?” dercesine küçümseyerek bakıyor. Geriniyor, esniyor. Sonra kıvrılıp uykuya dalıveriyor.
Sol kulağı küpeli, tasmasız köpek, İsmail’in münasebetsiz, ahenk bozan gürültüsüyle hiç ilgilenmiyor. Ama önünden geçen beyaz Şahin’in dönen tekerlerine havlamayı ihmal etmiyor.
Bekir Bakkal tek ayağı aksak taburesinde oturup, gamsızca çekirdeğini çitlemeye devam ediyor yine. İsmail’den çok karşı kaldırımdaki mini etekli kız ilgisini çekiyor olmalı.
Altından geçtiğim hurma ağacı, meyvesini atıveriyor önüme tedirginliğimle alay etmek ister gibi… İrkilip göğe baktığım anda, ağacın dalına tünemiş kumru pisliğini bırakıveriyor kafama. Piyango bileti mi alsam?
Babasının kuyumcu dükkânının vazgeçilmez dekoru afili külhanbeyi, tavlayı bırakıp İsmail’e laf atmayı ihmal etmiyor yine:
“Ne o keyfin gıcır İsmail? Sevdiğin bugün de mi öptü seni? Bak biz güller seriyoruz yollarına, karşılık veren yok aşkımıza!”
Yapışkan, manalı bakışlarını dikiyor yine üzerime… Sözde İsmail’e laf atıyor; derdi benimle! Bileğinde altın künye, bağrı açık gömleğinden parlayan altın zincir… Kaç kere yolumu kesti; “İlla ki benim olacaksın, isteteceğim seni babandan!” diye…
“Sana mı kaldım, antropolog olacağım ben. Evlensek ancak ilk insan evriminde duraklamış kafatasını incelerim senin!” Diyemiyorum tabii… Laf atmak bir serseri için ne kadar haksa, duymazlıktan gelmek bir genç kız için o kadar görev bu memlekette!
“Gel lan, gel! Az bize de türkü söyle! Sigara veririm bak sana!” İsmail sadece elini başına koyup, geçiyor yanından. Aferin aslanıma. Bir meczup bile tenezzül etmez onun arsızlığına…
Arkamdan;
“Alacağım bu kızı kendime! Ben de onu bekleteceğim pencere önlerinde, eve de yatsıda gideceğim! Şart olsun!” dediğini duyuyorum.
“İsmail’den mi korkmalı, bu sözde kabadayıdan mı?” diye geçiyor aklımdan.
Neyse bugün keyfimi kaçıramayacak bu serseri. Yeni açılan rock bara gideceğim akşam. Öncesinde ekiple buluşacağım “Tekdüzelik Çay Bahçesi”nde. Ahh, gençliğimiz heba oluyor, zamanı çiğ çiğ yediğimiz bu çay bahçelerinde! Hard rock müptelası olmamız neyi değiştiriyor ki? Çay bahçesinin televizyonundan avaz avaz yükselen Müslüm Gürses’in yanık sesine eşlik edebiliyoruz ancak. Ezan vaktinde de makamıyla müezzine! Yeşil parkaların iç cebinde sakladığımız konyağı, azar azar çayın üzerine boşaltmak neredeyse tek çılgınlığımız! Eğlenceli yine de! Garsonlar bitmeyen çaylara bakıyorlar gelip gidip. Kandırdığımızı sanıp keyifleniyoruz biz de. Sanki fark etmiyorlar bardağa sinen kokuyu? Barda birer şişelik bira parası ancak çıkar cebimizden. Cep konyağı bu yüzden… Önceden esrisin istiyoruz biraz kafalarımız…
Yeni mekânda birkaç haftaya kalmadan Led Zeppelin yerine Sezen Aksu dinlemek zorunda kalacağımızı biliyoruz aslında. Bu taşra şehrinde rock müzik dinlemeye kim gelir ki? Esnaf aç mı kalsın yani? Bizim telaşemizin sebebi müziğimizi dinleyip, kafa sallayacağımız sayılı günleri kaçırmamak…
Biz muhabbeti koyultmuşken, Mukaddes Hanım giriyor çay bahçesinden içeri. Bugün her zamankinden güzel… Gözleri maviş maviş, boncuk boncuk… Lacivert üzerine kırmızı puantiyeli bir eşarp takmış. Mavi, turuncu, kırmızı, enine çizgili bir pantolon etek giymiş. Yeşil, dirsekleri delik kazağı değişmemiş bir tek. O da tüm kostümüyle ahenk içinde. “Nereden bulmuş ki bu giysileri? Biri vermiştir kesin!”
Asabi bugün yine! Söyleniyor kendi kendine…
Bir diğer meczubumuzdur Mukaddes Hanım. Elinde eğri büğrü sopası, arkasında köpeği dolaşır durur o da sokaklarda. Bütün esnaf el pençe divan durur karşısında. Harçlığımızdan üç beş kuruşu artırıp gittiğimiz lüks kafede, en ucuz hamburger menüsünü bulmaya çalışırken biz, müdanasız dalar içeri. Diyelim ki; elindeki iki portakalı kafenin sahibine verir, döner arkasını gider. Kafenin sahibi, “Otur Mukaddes Sultan, bir şeyler ye” der. O “İstemem” dercesine elini başına götürür. Dönüp de arkasına bakmaz bile…
İşte yine Tekdüzelik Çay Bahçesi’nde kimsenin oturmaya cesaret edemediği masasına oturmasıyla, düdüğünü öttürmesi bir oldu Mukaddes Hanım’ın. Garsonlardan biri koşa koşa çayını getirdi. Öfkeli hâlleri öyle tatlı ki; hem çekinerek, hem eğlenerek seyrediyoruz gizli gizli. Derken bir daha düdüğünü öttürüyor. Diğer garson tostunu getiriyor hemen. Tersliyor yine de adamcağızı.
Fakat nedense bize karşı hoş görülü bugün… Kraliçelere yaraşır bir edayla biz hayranlarına tebessüm ediyor. Şanslıyız! Kıymetini bilmeli!
“Neyse çok da bakmayalım, kızıp sopasını kafamıza indiriverir” diyerek önümüze dönüyoruz. Sohbetin zirve yaptığı anda bir el saçlarımdan çekiyor! Küçük bir çığlık atıyorum ister istemez. Mukaddes Hanım’mış çeken:
“Saçlı kız! Bulut gibi saçların, yuvarlak yuvarlak. Kimlerdensin sen?” deyip oturuveriyor yanıma.
“Bir öğretmenin kızıyım ben Mukaddes Sultan Teyze, meşhur bir aile değiliz biz” diyorum tüm sevimliliğimi takınarak… Korkuyla, onurlandırılmanın mahcubiyeti karışık…
“Gördün mü televizyonda beni?”
Bakıyorum televizyona İnek Şaban oynuyor.
“Cüneyt Arkınlarla bu sinemalarda hep ben oynadım işte! Sırf şehrimiz kalkınsın diye…”
“Ne iyi yapmışsınız” dememe kalmadan İsmail peydahlanıyor yanımızda.
“Hayda, bugün meczup kabul günüm!” diyorum içimden. “Tüm deliler dibimde bitiyor!”
İsmail parmaklarını dudaklarına götürüp, “Sigara ver!” diyor Mukaddes Hanım’a. Sopasını sırtına indirerek cevap veriyor Mukaddes Hanım. Bir de okkalı bir küfür sallıyor! Köpeği de hırlamayı ihmal etmiyor tabii!
“Ne yaptınız Mukaddes Teyze?” diyorum, şaşkınlıkla. Ani bir cesaretle masada duran sigara paketimi alıp, İsmail’in arkasından koşuyorum:
“İsmail, İsmail!”
İki dal sigara kendime ayırıp, paketin kalanını ona veriyorum:
“Al, bu senin…”
Elimden paketi kaptığı gibi uzaklaşıyor. Yeteri kadar uzaklaşınca, o çirkin ağzını ardına kadar açıp; salyalarını akıtarak, cebinde zulaladığı üç paket sigarayı gösteriyor! Kendinden memnun tebessümüm alık alık bakışlara dönüşüyor. Neredeyse bir melaike olduğuma inanacaktım oysaki! Masadakilerden de bir kahkaha patlaması… Mukaddes Hanım’a takılıyor gözlerim o anda. Kızgınlıkla bakıyor bana. Söylenerek kalkıp gidiyor. Peşinde köpeği…
O günden beri arkadaşlarımın alay konusuyum. Ama İsmail’den tedirgin olmuyorum artık. Ne zaman yolda karşılaşsak, bağıra çağıra, elindeki şarap şişesini sallayarak, tükürüklerini etrafa saçarak, görmeyen gözleriyle yanımdan geçiyor. Ne yolumu değiştiriyorum, ne yay çiziyorum. Beni hiç fark etmemesine, hatırlamamasına içerliyorum biraz… Beni! Sigara paketinin tamamını ona bağışlayan kızı! Sanki hatırlasa ahbaplık edeceğim?
O geçerken, kasabın sarmanı yine sol patisini yalıyor. Sol kulağı küpeli, tasmasız köpek, yine İsmail’e değil de, beyaz Şahin’in dönen tekerlerine havlıyor.
Bekir Bakkal tek ayağı aksak taburesinde oturup, gamsızca çekirdeğini çitleyerek mini etekli kızlarla ilgileniyor yine…
Altından geçtiğim hurma ağacı, aynı meyveyi atıyor önüme. Aynı münasebetsiz kumru pisliğini bırakıyor kafama. Aynı bilete amorti çıkmıyor.
Babasının kuyumcu dükkânının önündeki sözde külhanbeyi tavlaya ara verip, yine sırnaşıkça laf atıyor İsmail’e:
“Ne o keyfin yine gıcır İsmail? Sevdiğin bugün de mi öptü seni?”
Ah bu küçük bir şehirde yaşamak ne kadar da tesellisiz bir iç bunaltısı! Damarlarımda devinen deli kanın debisine ayak uyduracak meşgale yaratmak ne kadar da zor! Ama bugün farklı! Yeni aldığım Walkman’imle sokakları arşınlıyorum. Kulaklarımda çığlık çığlığa Janis Joplin’in sesi, bağıra çağıra eşlik ediyorum. İlk kez kulaklıkla müzik dinliyorum ya, sesimin şiddetinin farkında bile değilim. Yürümüyor, uçuyorum adeta. Kuyumcunun serserisinin laf atması bile umurumda değil: “Come on, come on, baby!”
İşte göründü İsmail de. Yine canti. Yine çıplak boynunda kırmızı kravat, yine şarabı elinde, türküsü dilinde… Bu defa o da fark ediyor beni. Kendinden bildi belli ki. Kollarını kaldırdı taa uzaklardan, sonra yerlere kadar eğilip reverans yaptı. Öyle tatlı ki!
“Sigara ister misin İsmail?”
“İstemem, bunu isterim” deyip, tüm çirkin dişlerini göstererek, sulu bir biçimde yanağımdan öpüverdi. Hiçbir şey olmamış gibi türküsünü yakarak, sallana sallana yoluna devam etti sonra…
Bütün yanağım salya sümük içindeymiş gibi, öylece kalakaldım.
Kasabın sarmanı sol patisini yalamayı bırakıp sırtını kamburlaştırdı; şaşkın şaşkın bakakaldı arkasından.
Sol kulağı küpeli, tasmasız köpek, beyaz Şahin’in dönen tekerlerine hırlamayı bırakıp kuyruğunu sallayarak takıldı İsmail’in peşine.
Bekir Bakkal’ın aksak taburesi çatırdayıp yere yapışıverdi. Çekirdek kabuğu boğazına kaçtı.
Hurmanın meyvesi, kumrunun pisliği havada asılı kaldı…
Kuyumcunun oğluna gözlerim takıldı o anda. Tavla arkadaşı kolundan asılıp tutmaya çalışıyor. İsmail’in arkasından küfrediyor. Sonra bana bakıyor tehdit dolu. İşaret parmağını sallayarak; “Görürsün sen!” diye bağırıyor.
“…”
Eve koşuyorum, duşa atıyorum kendimi. Derisi soyulana kadar ovuyorum yanağımı…
Ağlıyorum…
Hep üzerime sıçramasından korktuğum tükürüklerin şimdi yanağıma yapışması değil tiksintimin sebebi. O üzerime sallanan parmak aklımdan çıkmıyor! Kaç gün eve kapıyorum kendimi. Sonra hayatın karşı koyamadığım akışı…
Mecburi güzergâhımdan geçerken fark ediyorum ki, Bekir Bakkal’ın önünde plastik bir sandalye var, ama kendi yok.
Kasabın sarmanı sandalyenin üzerinde uyuyor.
Sol kulağı küpeli, tasmasız köpek kasabın önündeki paspasa uzanmış, dönen tekerlere ilgisiz…
Hurmanın dallarında ne meyve kalmış, ne kuş…
Uzaktan Mukaddes Hanım beliriyor: Elinde asası, arkasında köpeği…
Onun arkasında İsmail… Olacak iş değil!
Mukaddes Hanım yine asabi… İsmail’e emirler yağdırıyor.
Neler oluyor yahu?
Giderek yaklaşıyorlar. Mukaddes Hanım çekiştirir belki yine diye saçlarımı kabartıyorum.
Ama gözüm İsmail’de.
Yaklaştıkça İsmail’in o çirkin dişlerinden birkaçının eksildiğini, gözlerinin görünmeyecek kadar şiş ve mor olduğunu fark ediyorum. Salyaları yine akıyor, ama kahve-kırmızı. Kırmızı kravatı yine çıplak boynuna asılı, ama altındaki parmak izlerini örtemiyor. Karaca beyaz gömleğinin rengi yer yer vişneçürüğüne dönmüş… Ne türküsü var, ne şarabı…
Donup kalıyorum olduğum yerde. Son bir hamleyle gülümsemeye çalışıyorum onlara:
“Heyyy, buradayım, ben yuvarlak saçlı! Bulut saçlı!” diye fısıldıyorum içimden.
Görmeden, bilmeden, tanımadan geçiyorlar önümden…
Meczup geçit töreni…
Sadece kuyumcunun serserisi değişmemiş:
“Gel ulan, gel İsmail! Hişt, İsmail! Acıtmayacağım söz! Gel ulan! Cigara vereceğim bak!”
Mukaddes Hanım hiç o tarafa bakmadan, asasını sallayarak geçiyor önünden.
Bir anda anlıyorum olan biteni. Dönüp külhanbeyinin önünde dikiliyorum. İlk kez gözlerinin içine bakıyorum; dik dik! Tiksintiyle tükürüyorum yere! Sırıtışı asılı kalıyor yüzünde…
Nihayet anlıyor! Anlıyor!
Dr. Nilüfer BENAL
İstanbul Tabip Odası