Jose Saramago’dan bir fabl: “Görmek”

Makale

“Bakabiliyorsan, gör. Görebiliyorsan, fark et.” [1]

“Olay şiddet kullanımına dönüşmeye başladığı zaman, sistemin oyununa geliyorsunuz demektir. Yerleşik düzen sizi kavgaya sokmak için kızdırmaya çalışacak, sakalınızı çekecek, yüzünüze fiske atacaktır. Çünkü siz bir kere şiddete başvurduktan sonra sizinle nasıl baş edeceklerini bilirler. Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır.”

“Görmek” kitabını bitirince John Lennon’un iktidar ve birey, sistem ve birey/toplum arasındaki gerilimli ilişkiye barışçıl bir bakış açısı getiren bu sözlerini hatırladım.

Jose Saramago “Körlük”ten dokuz yıl sonra 2004’te bir devam romanı olarak yazmış bu kitabını. Körlük’te yaşanılanların üzerinden dört yıl geçmiştir, gördüğü halde görmediğini fark ederek [2] sisteme ve iktidara yönelik güvensizliğini demokratik yollarla, oylarıyla göstermek isteyen bir halkın başına gelenleri anlatır.

Adı belirsiz bir ülkede yerel seçimler yapılmaktadır. Başkentte oyların %75’inin boş çıkması üzerine, bir hafta sonra tekrarlanan seçimde bu kez beyaz/boş çıkan oylar %83’e yükselir. Tüm partiler, hükümet ve devlet başkanı seçim sonuçlarını yorumlamakta güçlük çekerler, ortada yasal olmayan bir durum yoktur aslında ama iktidara göre bu durum olsa olsa bir başkaldırıdır. Böylece seçimler sonrası iktidar ve başkent halkı arasında başlayan gerilim ve mücadeleyi, deyiş yerindeyse kör döğüşünü sürükleyici bir hikâyeye, bir fabla dönüştürerek anlatır Saramago.

Başkentte özellikle hükümetin bakanlarında ve parti üyelerinde Saramago’nun deyişiyle “bombasını arayan barut tozu” gibi dolaşan siyasal hareketlilikte ikinci seçimden sonra daha da artan ciddi bir kaygı kol gezerken, halk sakin bir şekilde normal gündelik hayatını sürdürmektedir. Üstelik ikinci seçimde seçmenler arasına iktidar tarafından sızdırılan muhbirler, fısıldaşmaların altında yatan heyecanı grafiksel olarak aktaran son kuşak mikrofonlar, yüksek çözünürlüklü videoların yerleştirildiği arabalar ile çok ciddi bir biçimde izlenir. “Söz kaydedildi, heyecan da resimlendi. Bundan sonra artık hiç kimse güvende değil” diye durumu özetler Saramago.

Devlet başkanı, başbakan ve diğer bakanlar ne kadar gergin ve kaygılıysa; kent halkı o kadar sakin, barışçıl tutumlarında o kadar kararlıdır. Şehrin karantinaya alınması, kentten ayrılmak isteyenlerin üzerine ateş etmeye hazır bir ordunun beklemesi, kentte yaşayanları başlangıçta tedirgin eder. Çözümler bulmaya çalışırlar; sisteme karşı bir tavırları olmadığını, yalnızca düş kırıklığına uğradıkları ve bu düş kırıklığının büyüklüğünü göstermek için böyle davrandıklarını, amaçlarının bir sürü ölüme yol açabileceğini bildikleri bir devrim yapmak olmadığını, kentte kalan tek yönetici olan valiye anlatmayı düşünseler de organize bir hareket oldukları kanısını bırakabilecekleri endişesiyle vazgeçerler.

İktidar başkentin taşınma hareketini olabildiğince gizli ve sessizce yapmasına karşın kent halkı gene toplu ve etkileyici, grotesk bir tepki verir: “Araçlar sokaklarda ilerledikçe, yapıların ön yüzleri art arda ve yukarıdan aşağıya doğru ampullerle, lambalarla, çeşitli fenerlerle, elektrik fenerleriyle, (varsa) şamdanlarla, hatta kimi yerlerde üç ağızlı eski yağ kandilleriyle aydınlatılıyordu. Tüm pencereler açıktı, hepsi, ışıl, ışıl parlıyor, köpürerek akan bir ırmak gibi ışığını dışarı boşaltıyordu… Bu en ağırkanlı politikacıyı bile kuşkusuz çileden çıkarabilecek, aklını karıştırabilecek bir şeydi ama daha kötüsü, hatta en beteri, hiç kimsenin pencerelerden burnunun ucunu bile çıkarmamasıydı.” Artık başkent yasasız, güvenliksiz bir kent olmuştur.

Bu fabl Saramago’nun deyişiyle oldukça ağır ilerlemektedir ama aksine onun kendine özgü, bölüm araları hariç hiçbir es vermeyen, paragrafsız yazma tarzı sanki olayların temposuna uygundur; soluğunuz kesilir, nefessiz takip etmeye çalışırsınız fablı. Mekanlarla ilgili detaylara girmez, “Anlatının kahramanları maddenin var olmadığı bir dünyada yaşıyormuş, içinde bulundukları mekanların rahat ya da rahatsız oluşu onları ilgilendirmiyormuş, onlar yalnızca laf etmek için varmış izlenimini bırakabilir.” Saramago “yazar”ı ironik diliyle böyle eleştirse de insanları en gerçek ve en karanlık halleriyle zihin dünyalarıyla tanıtır bize; örneğin başbakanın nasıl bir odada olduğunu bilemeyiz ama düşünceleri bize onu çok güzel anlatır.

“Başkenti özledi, oyların onun güdümünde, onun istediği yönde kullanıldığı mutlu dönemi, saatlerin ve günlerin, hükümet üyelerine ayrılmış küçük burjuva tarzı döşenmiş resmi konut ile halk parlamentosu arasında tekdüze akıp gittiği, çoğu kez neşeli ve eğlenceli, hareketli, denetim altında, şiddeti ölçülü, neredeyse her zaman sanal bir oyun havasında geçen bir sürenin gelip geçici dalgası olarak yaşanan, sayesinde sadece gerçeği söylemenin değil, gerektiğinde onu her yönüyle yalanla çakıştırma sanatının öğrenildiği ve tersinin elbette sağın öteki yüzünü oluşturduğu siyasal bunalımların yaşandığı o mutlu dönemi özledi.”

Saramago, Körlük’te evrensel bir özelliğimizle yüzleştirir bizi; insanın gördüklerine nasıl kör kalabileceğini, bireysel ve toplumsal düzlemde iktidarla, güçle ilişkimizi, acımasızca gerçekçi ve kendine özgü yalın, yalın olduğu kadar ironik ve karanlık bir dil kullanarak uyanmak isteyip bir türlü uyanamadığımız bir karabasan atmosferi içinde anlatır. Dokuz yıl sonra yazdığı Görmek romanını bir fabl olarak tanımlar. Sahiden olanlar masalsıdır, olması hiç mümkün değilmiş gibi gelir insana, hele de Saramago’nun bu kitabı Arap Baharı (2010), Occupy Hareketi (2011) ve Gezi’den (2013) yıllar önce yazdığını düşünürsek. Arap Baharı’nda, Gezi Direnişi’nde ya da Occupy Hareketi’nde olanların Saramago’nun adı belirsiz ülkesinde olanlardan farkı yoktu gibi geliyor bana; çok farklı coğrafyalarda ve kültürlerde neoliberal sistemin insan üzerindeki baskısına karşı çıkan demokratik ve barışçıl örgütsüz, iktidar talebi olmayan eylemlerdi bunlar da.

Şurası açık ki, Saramago’nun adı belirsiz ülkesinin başbakanının itiraf ettiği gibi iktidar sürprizden hoşlanmıyor:

“Durumu bütünüyle avucumuzun içine aldığımızı, her şeye egemen olduğumuzu, her şeyin efendisi olduğumuzu sanıyorduk, oysa en uyanık kimsenin bile öngöremeyeceği öyle bir sürprizle karşılaştık ki, bunun, hiç kimsenin düşünemeyeceği kusursuz bir oyun olduğunu kabul etmek zorundayım.”

Güzel bir romanın verdiği o tarif edilemez keyif duygusuyla, yalnızca Görmek romanı bile Saramago’nun Nobel ödülünü sonuna kadar hak ettiğini gösteriyor diye düşünüyorum kitabı bitirdiğimde.

 

Dr. Demet PARLAR

İstanbul Tabip Odası, Dr. Ali Özyurt Kültür Sanat ve Edebiyat Kolu

 

* Bu yazı ilk olarak Gazete Karınca’da yayımlanmıştır.

Dipnotlar:

  1. Saramago’nun “Nasihatlar Kitabı”ndan (Yunus Emre) “Körlük”ün başına koyduğu alıntı.
  2. “Körlük”, kahramanlarının şu diyaloguyla biter: “Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük”, “Gören körler mi?”, “Gördüğü halde görmeyen körler.”