Gerçekte elektronik mühendisi olmana rağmen seni daha çok gazete yazıların ve edebiyat çalışmalarınla görüyoruz. Bunun nedeni nedir, biraz anlatır mısın?
Sanırım, çocukluğumdan beri edebiyata olan tutkumdan olsa gerek bu. Elektronik mühendisi olmama ve 25 yıl bilişim sektöründe çalışmama rağmen mühendislik beni hiç tatmin etmedi. Kapı büyüklüğünde cihazların arasında, ana bilgisayarların arkasında şiir yazarken bulduğum çok oldu kendimi. Ne de olsa insanın çocuk yaşlarda kanına giren şey kolay çıkmıyor.
Bazen bir öykü kitabında, bazen bir film çalışmasında, bazen uluslararası bir sağlık kongresinde, bazen de çatışma bölgelerinde bir gazetecilik faaliyeti içinde görüyoruz seni. Bu çeşitlilik niye, hiç yorulmuyor musun?
Yüreğim nereye çekiyorsa oraya sürükleniyorum galiba. Yeryüzü o kadar zengin, çelişkiler o denli derin, duygular öylesine yoğun yaşanıyor ki; hayat size neyi emrediyorsa onu yapıyorsunuz.
Uzun süredir de T24’te yazıyorsun. Seni entelektüel çevre tanıyor, güncel yazıların biliniyor. Ülkede kime eziyet ediliyor, haksızlık yapılıyorsa gündemi sıkı takip ediyor, önce sen yazıyorsun. Anlatımın çok etkili ve cesur. Seni bu kadar cesur kılan nedir?
Cesur olduğumu düşünmüyorum. Gazete yazılarımın da hiçbirini planlayarak yazmıyorum. Hiç beklemediğim anda hayat, öylesine bir yerinden damarıma basıyor ki, bir anda kendimi yazarken buluyorum. Hissettiklerim, cam kırıkları gibi her yanıma saplanıyor, kıvranıyor, acı çekiyorum. Ne zaman ki duygularımı yazıya aktarıyorum, o zaman biraz rahatlıyorum.
İki öykü kitabını okudum. Öykülerinde işçi kadınları, dışlanmışları, ötekileri ele alıyor, tarihsel süreçleri irdeliyorsun. Niye hep ötekiler?
Bilmem; belki ötekilerin içinden geliyorum, ondandır. Kaldı ki, hak ve adalet duygusu yeterince gelişince insanda, yeri geldiğinde berikinin de acısına, hak arayışına ortak oluyorsun.
Sağlık emekçileriyle, hekimlerle ilgili de sık sık yazıyorsun. 2018’de, dönemin TTB Merkez Üyesi 11 arkadaşımız “Savaş Bir Halk Sağlığı Sorunudur” bildirisiyle ilgili gözaltına alındığında da hızlı refleks göstermiş, çok etkili, duygusal bir yazı yazmıştın.
Dünyanın neresinde görülmüştür bir ülkenin en büyük hekim örgütünün Merkez Konsey üyeleri salt barıştan yana tutum aldılar diye sabah ayazında görülmedik bir cadı avının hedefi oluyorlar. Bunu yazmazsan neyi yazabilirsin ki? Canlılarla başlayıp ölülerle biten bir savaşa, hekimlerin karşı çıkmasından başka doğal ne olabilir ki?
Bir de İstanbul Tabip Odası’ndan Ali Özyurt arkadaşımız ağır hastaydı, onu yazmıştın. Sonra kaybettik kendisini. Sanırım hekim dünyasına karşı bir hassaslık var, ne dersin?
Hayatta kutsal gördüğüm iki meslek var; öğretmenlik ve hekimlik. Biri insan yetiştirmeyi, diğeri ise yaşatmayı amaçlıyor. İlki, domates değil insan yetiştiriyor; diğeri onu sağlıkla, hayatta tutmayı amaçlıyor. Bu iki mesleği icra edenlerin emekleri hiçbir maddi/manevi değerle ölçülemez. Bir ülkenin ordusu olacaksa eğer, o da eğitim ve sağlık emekçileri ordusu olmalıdır. Ali arkadaşla tedavi sürecinde görüşmüştük. Son yazışmamızda öyle bir duygu geçişi olmuştu ki yazmak bir görev olmuştu benim için.
Politik bir duruşun var. Alanlarda da mücadelenin içinde sık görüyoruz seni. Neoliberalizmin salgını olarak değerlendirdiğimiz iklim krizi, kıtlık, kuraklık, bulaşıcı hastalıklardan kurtuluşumuz, baskıcı yönetimlerin aşındırdığı haklar, özgürlükler konusunda ne dersin? Gidiş daha da kötüye doğru mu, yoksa güzel günler yakında mı?
Güzel günler yakında değil! Yakın dersek, bencillik yapmış oluruz. İnsan, üç milyon yıl önce beyni büyümeye, zeki bir yaratık olmaya başladı. O günden beri de doğaya hâkim olma, onu yenme içgüdüsünü büyüttü. İyiyi de kötüyü de kendi içinde besledi, geliştirdi. Dolayısıyla milyonlarca yıllık bu evrim sürecinde, gelecek güzel günlerin, bireyin kendi elli-altmış yıllık sınırlı ömrüne sığmasını beklemek, gerçekten bencillik olur. 2500 yıl önce yaşamış Sokrates, Eflatun, Platon ne yapsaydı peki?
Ancak güzel günler yakın olmasa da, güzellikler hep yakınımızda. Her an bizimle, nefes aldığımız, ayak bastığımız her yerde. Sende, bende, dostlarımızda, savaşa karşı çıkan herkeste. Bir çiçeğin yaprağında mesela. Sıradan hayatların kediye köpeğe bulaşmış; börtüye böceğe ulaşmış karşılıksız, katıksız sevgisinde.
Mutlu olmak için bütün dünyanın birden değişmesi gerekmiyor. Hele bir korkma bakalım; sevmeye çalış, hemen terk etme, dokunmayı dene. Dokunduğun şey bir parça güzelleşiyorsa eğer, sende bir güzellik var demektir. O zaman sevmekten korkma! Yaklaş, dokunmayı dene, hemen terk etme; mutlu ol, o güzelliği yaşa, tadını çıkar, yeni dokunuşlar için güç topla.
Yusuf Nazım: Öykü ve gazete yazarı. 1962 Ardahan doğumludur. Hacettepe Üniversitesi Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden 1984’te mezun olmuş, uzun yıllar bilişim sektöründe çalışmıştır. Küçük yaşlarda şiirle başlayan edebiyat yolculuğu, 1992 yılından itibaren öykü ve denemelerle sürdü. 1992-1999 yılları arasında çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazdı, denemeler yayınladı. 2007’de Hayat Televizyonu’nun ilk kurucuları arasında yer aldı. 2012’den itibaren gazete ve dergi yazılarına yeniden başladı. Aynı yıl Kızak adlı öykü kitabı yayınlandı. “Düşümdeki Uçurtma” belgeselinin genel koordinatörlüğünü yaptı. 2017’de ikinci öykü kitabı “Leyla’yı Beklerken” yayımlandı. Halen T24 internet sitesinde yazılar yazmakta.
Söyleşi: Doç. Dr. Deniz Erdoğdu
TTB Merkez Konseyi Üyesi