“İnsan insanın kurdudur”
Thomas Hobbes
Son dönemlerde izlediğim filmler içinde, en fazla sorgulatan ve düşündüren bir film. İzlediğim ilk Haneke filmi. Haneke üzerinde biraz araştırma yapınca modern Avrupa sinemasının en iyi yönetmenlerinden biri olduğuna ulaştım. Bir röportajında, röportajı yapan gazeteci kapsamlı şekilde psikoloji, felsefe okuduğunu hatırlatınca Haneke şöyle der: “Okumaya başlamadan önce sorularımıza cevap bulacağımızı sanırız ama neticede cevaplar değil, sadece sorular kalır elimizde. Yaptığım okumalardan öğrendiğim tek şey bu! Soru sormaya devam edeceksiniz; ama bu, sorularınıza cevap alacağınız anlamına gelmez.” Haneke filmlerinde hiçbir soruya cevap vermiyor ama izleyicide derin sorular yeni duygulanımlar bırakıyor. Yine bir röportajında “Filmlerin yepyeni hikâyeler anlatması mümkün değil… Ben bir film yaptığım zaman mümkün olduğunca yoruma açık bırakırım” diyor.
Filmin ismi Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” sözüne götürüyor. Onunla bağlantı kurduruyor. 17. yüzyılda yaşamış, modernitenin ilk fikir babalarından olan Hobbes’un kuramına göre doğal yaşamda kavga vardır. Barış halinden söz edilemez. Herkesin herkes ile savaştığı, kavga ettiği bir ortam güvenli değildir. “O zaman doğal halden toplum haline geçerken bir toplumsal sözleşme yapmak gerekir. Bu toplumsal sözleşmeyi yapacağımız üst kurum da devlettir” der.
Filmde istasyondaki kargaşa ortamı ve kavgalar tam da Hobbes’un doğal ortamını tarif etmekte…
Henüz filmin ilk karesi, büyük bir felaketin habercisi. Kentten uzak bir kır evine tüm erzakları ile yerleşen bir çift ve iki çocuk… Orman içi eve ulaştıklarında ev yine bir başka aile tarafından işgal edilmiş. Çocukların gözü önünde babanın işgalci aile tarafından öldürülmesi tüm erzaklarına el konması ve iki çocuk ile annenin dışarıya bırakılması… Silahı elinde bulunduran, yani gücü elinde bulunduranın evin sahibi olması ve diğerlerini dışarıya bırakması… Özel mülkiyet ve mülkiyetin işgali! Özel mülkiyete göndermeler var. Yine ilerleyen sahnelerinde de filmin ana karakteri kadın oyuncunun toplama kampını andıran istasyondaki komün yaşam alanında, iki gün önce oraya gelmiş olmasına rağmen çevirdiği bir metrekare alana “Burası benim yerim” diyebilmesi ve “Nereden senin yerin oluyormuş?” sorusuna ise cevap verememesi. J.J. Rousseau’nun deyimi ile “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘bu bana aittir’ diyen insan, feodal toplumdan moderniteye geçişinde öncülleri olmuştur.”
Filmin ilerleyen sahnelerinde ormana bırakılan iki çocuk ve anne… Belirsizlik ve korku içinde yaşama tutunma çabaları… Yaşamda kalma mücadelesi… Diğer çocuğun kaybolması, karşılaşılan yerel bir çocuk… Onun rehberliğinde bir istasyona ulaşılması… Yiyecek, içecek gibi en temel ihtiyaçlar yok. Bunlara erişim çok zor. Anlaşılıyor ki büyük bir felaket var. Kıtlık ortamı ve kıtlıktan doğan bir kargaşa ortamı mevcut. Olası büyük bir felaket, insanlığın içine düştüğü durum, refah toplumunun sonu, küresel teknolojik devrimin ani bir şokla bir anda nasıl sonlanabileceği… Modernitenin getirdikleri ve götürdükleri…
En sonunda yerel çocuğun rehberliğinde bir istasyona ulaşılıyor. Bu istasyon toplama kampı görünümünde. Herkes nereden geldiği ve nereye gideceği belli olmayan bir treni bekliyor. Çaresizlik ve umutsuzluk herkeste hâkim. İtaat etme ve otoritenin çarkına sıkışıp kalma. Yalnızlık ve zorbalığın hâkim olduğu bir yapı… Olağandışı bir durum mevcuttur. Tepkilerin benzeşmesi insanın gelişmişlik düzeyinin eşitlenmesi… Çıplak insan davranışları… Paranın geçmediği ve her şeyin takasla alınıp satıldığı bir ortam… Açlıktan, soğuktan ve şiddetten korunmaya çalışan insanlar… Ellerindeki son kalan malı temel ihtiyaçları için (su ve bir lokma yiyecek) değiş tokuş yapmaları… Takas edecek bir şeyi olmayanların güçlünün vicdanına mahkûm olması… Bir kadının bedeni ile yaptığı değiş tokuş… Barınma kaygısının açtığı panik hali… Otorite yokluğunda başıbozukluğun ortaya çıkışı, güçlünün hukukuna güçsüzlerin boyun eğişi… İstasyonda oluşan doğal ortamda bunları görüyoruz. Çaresizlik, bencillik, insanın zor durumda doğal halde neleri yapabileceği, temel ihtiyaçlardan yoksunlaşınca toplumsal çözülme, değer kayıpları, barbarlaşan, kişiliksizleşen, merhamet duygusunu yitiren insanlık halleri…
Filmin son karesinde çocuğun çırılçıplak istasyonda rayların üzerine koşuşu ve kendini ateşe atmak istemesi… Neyi anlatmış olabilir? Kuzey yarımküre ile güney yarımküre arasındaki zenginlik-fakirlik paradoksunu sembolize ediyor olmasın? Haneke’ye göre herkes hayalindeki cevabı verebilir. Yani cevabı seyircide saklı. Çürümüş bir dünyayı yeniden düzene sokmak için ateşe atlaması, yeni bir düzenin kurgulanması… Evet, modern devlet bizi doğal halden kurtardı! Doğal halden kurtulmak ve güvenlik kaygısı ile tüm özgürlüklerimizi toplumsal sözleşme ile modern devlete devrettik. Ya kazandıklarımız yanında kaybettiklerimiz yok mu? Kamu güvenliği adına kaybettiğimiz bireyin özgürlükleri… Devletin güvenliği mi, bireyin özgürlüğü mü? Güvenlik özgürlük paradoksu…
Yaşanan trajediler ve başından sonuna kadar sürükleyici, beynimizin en ücra hücrelerine kadar düşündüren olaylar, iliklerimize kadar filme odaklatan sahneler… Trajediyle başlayıp başka bir trajedi ile sonlanan olağandışı bir yaşam… İnsanlığın çaresizliği, kendini araması… Müthiş bir belirsizlik ortamı. Nereden geleceği ve nereye gideceği belli olmayan tren objesi, toplama kampının andıran bir tren istasyonu, orada kurulan zor bir yaşam… Güç ve iktidar olgusu… Kurulan hiyerarşik düzen ve kurallara uygun davranma zorunluluğu… Kaotik durumu kendince yöneten birileri… Zengin batı, yoksul doğu.
Değerlerin erozyonu… Açlık ve susuzluk… Temel ihtiyaçlar için insanın düştüğü insanlık halleri… Hayatın acımasızlığı… İnsanlık kaotik durumdan güvenliği adına kurtuluşu kutsal devlette arayacak ise sözleşme kurduğumuz devlet mafyalaşırsa ne olacak? Çürümüş bir devlet yapısında özgürlüğümüz yanında güvenliğimizi de kaybedersek direnmek temel bir insan hakkı değil mi? Kapitalist devlet kuramları günümüz de hâlâ geçerli mi? Yoksa kapitalist devlet yapısının topyekûn krizde mi? Bir başka dünya, bir başka toplumsal yaşam, bir başka devlet kuramları mümkün mü? Soru sormakla başlar her şey!
Dr. Ö. Özkan ÖZDEMİR
TTB Yüksek Onur Kurulu Üyesi