Holosen’den Antroposen’e ve Kapitolosen’e; Gezegenimiz Nereye Gidiyor?

Makale

Bilim ve teknolojinin giderek artan hızının insan ilişkilerine ve davranışlarına, yaşam tarzlarına yansıyan çarpıcı değişimi kadar orman yangınları, seller, salgınlar, eriyen buzullar kapitalizmin artık sürdürülemez noktaya geldiğinin göstergeleri. Bu durum, insanlık tarihinin bir kırılma noktasında olduğumuzu yoğun olarak hissettiriyor. 

Böyle dönemlerde hep olduğu gibi insan, Althusser’in deyişiyle “soruların sorusu”nu sormak ihtiyacını duyuyor: “Nereden geliyoruz? Neredeyiz? Nereye gidiyoruz?” Althusser ilk iki sorunun geçmişi çok gerilere giden “Nereye gidiyoruz?” sorusuna bağlı olduğunu söyler. 1967 yılında bilim insanları için felsefeye başlangıç dersi olarak duyurulan konferanslarından ilkinde bu sorunun önemini şöyle açar: “Tüm kapsamıyla ve terimin tüm anlamlarıyla ele alınması gereken bir soru bu. Dünyayı ve bilimi sorgulamakla kalmıyor, tarih nereye gidiyor, bilim nereye gidiyor (sömürü, refah, nükleer savaş nereye gidiyor?) diye sormakla kalmayıp, her birimizi de sorguluyor: Dünyadaki yerimiz nedir? Ne olacağı belirsiz gelecek karşısında günümüz dünyasında nerede durmalıyız? Nereye gidiyoruz sorusunun arkasında ivedilikle yanıt bekleyen pratik yaşamsal sorular var: Hangi yöne gitmeli? Ne yapmalı? İster bilim adamı, ister edebiyatçı olsun, aydınlar için soru şöyle bir kesin biçime bürünür: Etkinliğimizin dünyadaki yeri, oynadığı rol nedir? Aydın olarak bu dünyada neyiz? Çünkü sonuçta aydın dediğimiz kişi, kendi iş bölümü içinde ona bu rolü ve at gözlüklerini zorla kabul ettiren bir toplumun ve tarihin ürününden başka  nedir ki? Acaba bildiğimiz ya da gördüğümüz devrimler başka bir tür aydının doğuşunu bildirmiyorlar mı? Öyleyse bütün bu değişimdeki rolümüz ne?” (1). Hiç eskimeyen bu sorular üzerine düşünmek yaşadığımız dönemi anlamamıza ve ne yapmamız gerektiğine dair ipuçları bulmamıza yardımcı olabilir sanırım.

Aslında küresel ölçekte insanın nereden geldiğini ve ne olduğunu gösteren, nereye gidebileceğinin ip uçlarını veren ve son 20 yıldır giderek yaygınlaşan bir deyişle “Antroposen/İnsan Çağı” olarak tanımlanan bir dönemde yaşıyoruz.
Bu terimi ilk kez Nobel ödüllü kimyacı Paul Crutzen 2002 yılında kullanıyor; insanın jeolojik bakımdan kıtasal oluşumları etkileyen bir güç haline gelmesine dikkat çeken bu tanım 2016 yılında Uluslararası Jeoloji Birliği tarafından resmen kabul ediliyor.

Yaklaşık 100 bin yıl gezegenimizin sıcaklığı 10 yılda bir artı-eksi 10 derece arasında gidip geliyordu; bir başka deyişle buzul çağlarının birbirini izlediği zor dönemlerdi. Ancak 11 bin 650 yıl önce mucizevi bir şekilde iklim sıcaklık farkları artı-eksi bir derece olarak sabitlendi, ılıman bir iklim oluştu. Holosen olarak tanımlanan ve günümüze kadar devam eden bu dönem tarım devrimini ve yerleşik yaşamı başlatan, medeniyetlerin kurulmasını sağlayan istikrarlı bir gezegende yaşamamızı sağladı.

Holosen döneminde Antroposen’in ne zaman başladığı üzerine tam bir fikir birliği yok. İnsanın doğa üzerinde etkili olduğu dönemi tanımlayan Antroposen, çoğuna göre 10 bin yıl kadar önce tarımla ve ilk kentlerin kurulmasıyla, kimine göreyse Sanayi Devrimi’yle başlamış. 1945 yılında atom bombasının patlatılmasıyla başlatan da var, doğaya ilk müdahalenin, ateşin icadı olduğunu, Afrika’daki ilk atalarımızın ateş sayesinde usul usul çevreyi dönüştürmesi nedeniyle Antroposen’i 400 bin yıl kadar önce başlatanlar da var (2). Ama tanımı insanın doğaya müdahalesinin yeryüzünde derin bir dönüşüme yol açacak bir jeolojik kuvvet olmaya başladığı zaman olarak daraltırsak 10 bin yıldır sürmekte olan Holosen döneminin bitmesine yol açan küresel ısınmanın arttığı son 50 yılı kabul edebiliriz. Özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından küreselleşen dünyada önünü boş bulan kapitalizm ve neoliberalizm, 7,5 milyarı aşan dünya nüfusunun ihtiyaçlarını kapitalizmin doymak bilmez açgözlülüğüyle dengesiz ve doludizgin karşılamaya çalıştıkça okyanuslardan atmosfere, böceklerden evcil hayvanlara, buzullardan yağmur ormanlarına bozulmamış, dokunulmamış yer, canlı bırakmadı. Hamzaoğlu’nun “Dünyada insanın insan, hayvanın hayvan, bitkinin bitki, böceğin böcek, virüsün virüs gibi yaşayamamasına neden olan ‘yaşamın krizi’” olarak tanımladığı bir döneme girdik (3). Bu süreçte insan olmayan canlılarla ve doğayla kurduğumuz asimetrik ilişkide insan merkezci zihniyet yapısının yanı sıra kapitalizmin doğayı, insanı hiçe sayan kâr hırsının önemli rolü nedeniyle Antroposen, “Kapitolosen” olarak da tanımlanıyor.

Genelde kırılma noktası Sanayi Devrimi olarak görülse de Sanayi Devrimi’nden çok önce, Homo Sapiens en çok bitki ve hayvan çeşidini ortadan kaldıran tür olma rekorunu elinde tutuyordu. Örneğin Homo Sapiens’in konuşma dilinin diğer insan türlerinden farklı bir özelliğe dönüştüğü bilişsel devrim öncesinde, yani yaklaşık 70-30 bin yıl önce, dünyada yaşayan 50 kilogramdan daha ağır büyük kara memeli türlerinin sayısı 200 iken; 10 bin yıl önce gerçekleşen Tarım Devrimi döneminde sadece 100 tanesi kalmıştı. Bir başka deyişle Homo Sapiens, insanlar tekerliği, yazıyı veya demirden aletleri icat etmeden çok önce gezegendeki büyük hayvanların yarısını yok etmişti (4). O günlerden bu güne yok ettiğimiz canlı türlerini düşününce Harari’nin Homo Sapiens’i “ekolojik seri katil” olarak tanımlamasına katılmamak mümkün mü?

Gezegenimizde insan olmayan canlı, cansız tüm varlıkları insanın hizmetine sokan monoteist dinlerin doğayla aramızda açtığı uçurum 17. yüzyıl sonrasında insan olmayan canlıları makine veya otomat olarak düşünen Kartezyen yaklaşımın yaygınlaşmasıyla derinleşti ve genişledi. Kâr odaklı endüstrileşme, doğayla aramızdaki bağları unutmamıza ve doğaya yabancılaşmamıza neden oldu. Doğayı insanlığın ve kültürün gelişmesi için aşılması gereken bir aşama olarak görme anlayışı yerleşti (5).

Antroposen 1970’lerde Ozon tabakasının delinmesiyle ilk semptomlarını göstermeye başladı. Özellikle son 10 yılda koronavirüs pandemisine kadar Dünya Sağlık Örgütü’nün altı kez acil durum ilan etmesine neden olan salgınlar, Avustralya’da bir milyardan fazla canlının ve milyonlarca hektar ormanın yok olmasına yol açan yangınlar, büyük sel felaketleri, Amazon ormanlarının savanlaşmaya, okyanus sularının asitleşmeye başlaması, buzulların erimesi gibi daha ağır semptomlarla geri dönülmez bir yola doğru hızla ilerlemekte olduğumuzun, gezegenimizin başta küresel ısınma olmak üzere 11 bin yıldır sürmekte olan doğal dengelerinin bozulma eşiklerine hızla yaklaştığının işaretleri (6). Ya da bir başka deyişle gezegenimizin “İmdat” çağrıları…

Acaba Homo Sapiens’in avcı toplayıcı olduğu dönemde yaygın olan, temel olarak her yerin, her hayvanın, her bitkinin ve her doğa olayının farkındalığı ve hisleri olduğuna ve insanlarla doğrudan iletişim kurabildiği fikrine dayalı olan animist dünya görüşünü koruyabilseydik, doğadaki canlı ve cansız varlıklarla olan ilişkiselliğimizi, derin bağlarımızı unutmasaydık nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk?

Ve “Acaba insanlar barbarken daha mı uygardı?” (2) sorusunu da sorarak, insanın ne olduğunu doğayla bağlantılarımız ve ilişkilerimiz üzerinden yeniden tanımlama zamanı gelmedi mi?

 

Dr. Demet PARLAR

İstanbul Tabip Odası, Dr. Ali Özyurt Kültür Sanat ve Edebiyat Kolu

 

Kaynaklar:

  1. Althusser Louis, Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi
  2. Artun Ali, https://www.e-skop.com/skopbulten/acaba-insanlar-barbarken-daha-mi-uygardi/3646.
  3. Hamzaoğlu Onur, https://www.belgelik.dr.tr/ToplumHekim/kayit_goster.php?Id=3041.
  4. Harari, Y.Noah, Hayvanlardan Tanrılara Homo Sapiens.
  5. Çelik, Ezgi Ece, Yerkürelilerin Ortak Yaşamı, Mevcut Ortaklıklar, Yeni Yaşamlar. Cogito, Bahar 2019.
  6. Attenborough D ve Rockström J, Gezegenimizin Kritik Eşikleri, https://www.netflix.com/tr/title/81336476?preventIntent=true.