Bir yılı aşkın süredir COVID-19 pandemisinin doğurduğu özel bir yaşam biçiminde yaşıyor ve giderek bu duruma alışıyoruz.
Gerçekte ise karınca yuvasını andıran kentlerimizde önceden tanımlanmış ve kurgulanmış yaşam biçimimiz içinde durumu pek de sorgulamadan yaşamaya alışmışken bir sabah kendimizi tespih böceğine dönüşmüş halde bulduk.
Üstelik herkes Gregor Samsa gibi olunca kimse anormalliği fark edemeyip tehlike altındaki her canlı gibi yeni duruma elinden geldiğince uyum göstermeye çalışıyor.
Geldiğimiz noktada alıştığımız sosyal yaşamı unuttuk. Tespih böcekleri gibi tekil yaşıyor ve en ufak tehlike sezdiğimizde yusyuvarlak tespih tanesi gibi içimize kapanıp yuvarlanıp gidiyoruz.
Sorarlarsa; hayatta kalmaya çabalıyoruz.
Hatırlayalım; pandemiden önce karınca kolonisini andıran kentlerde kurum, yasa ve sözleşmeler ile tanımlanmış kimliklerimiz ve yaşam biçimlerimize tutunup “tabi” bireyler -sistemin uslu çocukları- olarak güven içinde iyi kötü kabullendiğimiz bir hayat yaşıyorduk. Üzerinde iyi kötü uzlaştığımız ortak değer ve kavramlarımız vardı.
Gerçi duruma itiraz edip “caz yapanlar” da olmuyor değildi. Ancak çoğunluk tanımlanmış sınırlar içinde kendini “özgür bireyler” olarak görmeyi sürdürüyordu.
Şairin dediği gibi “Her şey birdenbire oldu” ve bir sabah farklı bir dünyaya uyandık.
Hayatta kalabilmek için karıncalar gibi yaşadığımız hayatlarımızı terk edip tespih böceğine dönüşüverdik.
İşbölümü, görev, yetki, dayanışma ve sorumlulukların katı kurallar ile tanımlandığı karınca kolonisini andıran kentlerde bir anda herkes birbirinde uzaklaşmaya ve içine kapanmaya başladı. Hastalığın bulaşıcılığının azaltılması için alınan idari önlemlerin de etkisi ile iyice yalnızlaşıp bir tespih böceği gibi içimize kapanıp yuvarlanmaya başladık.
Karıncalar gibi bir arada yaşamaya eğilimli dayanışmacı olmayı bırakıp kendi sert kabuğu içinde tekil ve içe dönük yaşamaya alışkın tespih böceğine dönüşüverdik. Bu şekilde hayatta kalabileceğimize inandık.
Yönetimlerin baskısı ve yönlendirmeleri ile de neredeyse herkes karıncadan tespih böceğine dönüşümü kabullenince anormalliği “yeni normal” olarak görüp sorgulamadan uyum göstermeye çabalar olduk.
Özene bezene dayayıp döşediğimiz uğruna ömür boyu çalışıp taksit ödemeyi göze aldığımız evlerin bir tür hapishaneye veya içine hapsolduğumuz kabuğa dönüştüğünü sessizce kabullendik.
Kendimizi ötekiler ile kıyaslayabileceğimiz sosyal ortamlar yasaklı hale gelince eskiden ayna karşısında zaman tükettiğimiz kılık kıyafetin de önemi kalmadı, nasıl göründüğümüzün de…
Markete gitmenin bile risk algısına dönüştüğü bir iklimde korkularımızla baş başa kaldık. Korktukça içimize kapandık.
Bugün çoğumuz tespih böceği gibi yuvarlanıp dışarıdaki fırtınanın geçmesini bekliyoruz. Gerçi her şeye karşın çalışmak, işe gitmek zorunda olanlarımız karınca gibi görünmeyi sürdürseler de içlerinde aynı tespih böceği ürkekliğini barındırıyorlar.
Pandemi hepimizi başka bir şey olmaya zorluyor.
Biyolojik yanıyla yeryüzüne tutunmaya çalışan insanoğlunun, kültürel yanıyla da tarih boyunca hikâye anlatan, söylem oluşturan yaşadıklarını paylaşarak sosyalleşen bir canlı olduğu gerçeği yavaş yavaş gözden kayboluyor.
Hâlbuki ne yaşıyor olursak olalım içimizdeki “kültürel insan” tüm sosyal baskı ve yönlendirmelere karşın biriktirdiği anıları eskileri ile harmanlayıp birbirine anlatan bu şekilde zamanı harmanlayarak kendi varlığını yeniden üreten bir canlı olma özelliğini koruyor olmalıydı.
Bizleri tespih böceğine dönüştürüp içimize kapanmaya zorlayan birbirimizden uzaklaştıranlar, kültürel yanımızın körelmekte olduğunu, anlatacak hikâyesi olmayan birbirinin aynı günlere mahkûm etmiş olduklarının elbette farkındalar.
Tuttuğu takımın maçına gidemez, şampiyonluğunu birlikte kutlayamaz, evlilik, düğün ve hatta cenaze törenlerine bile yeterince katılamaz hale gelince kimsenin kimseye anlatacak öyküsü anısı kalmıyor. Okula gidemeyen çocuklar için de aynı durum geçerli.
Sosyal medya üzerinden yapılan anlatılar da sabun köpüğü gibi kısa sürede yitip anıya dönüşmedikçe zamanın içinde kaybolmuşluk hissi giderek yaygınlaşıyor.
Dahası, üzerinde uzlaştığımız kavramlar ve değerler de bu başkalaşımdan nasibini aldı. Neyin iyi neyin kötü olduğu bile tartışılır oldu. Ortalık yangın yerine dönmüşken kendimizi kurtarmayı yeterli görüyor kabuğumuzu açıp birilerine el uzatmaya bile cesaret edemiyoruz. Hastalığa yakalanma korkusu düğün, cenaze veya hasta ziyaretlerini korku unsuruna dönüştürürken eskinin toplumsal dayanışması, duyarlıkları birbirimize karşı körlüğe dönüştü.
Karıncadan tespih böceğine dönüşmek böyle bir şey dostlar.
Pandemi başlayalı neredeyse 1,5 yıl oluyor ve henüz kafamızı kaldırıp dışarıda olan bitene bakmaya cesaret edemiyoruz. Kabuğumuza çekilebildiğimiz kadarıyla etrafı kolaçan ediyor ve hayatta kalmaya, hastalanmamaya çabalıyoruz.
Dünya yine aynı dünya ancak bizler eskisi gibi değiliz.
Üstelik bu geldiğimiz noktadan geri dönüş de hiç kolay değil.
Kongreler, fuarlar, organizasyonların ve hatta her türlü alışverişin internet üzerinden yapılmasına bu kadar kolay alışabildiğimize göre bir araya gelmek için onca zahmete katlanmak yerine böyle devam etmesi kaçınılmaz görünüyor.
Sonuçta Proust’un “Mekânda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, hikâyeleri ile zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış yer kaplayan varlıklar” olarak tanımladığı insan olmayı terk edip hep aynı güne uyanan ve anlatacak yeni hikâyesi olmayan canlılara dönüşüyoruz.
Böyle mi olmalıydı?
Zamanında karınca olmaya bile direnip itiraz edenlerimiz varken tespih böceği gibi içe dönük, bencil bir canlıya dönüşüyor olmayı nasıl bu kadar kolay içselleştirdiğimizi sorusunu sormakla işe başlayabiliriz.
Yani aynaya bakmalıyız.
Pandemi öncesindeki alışkınlığın verdiği konforla sorgulamadan kabullendiğimiz hayata farklı bir gözle bakıp ortak itiraz noktaları geliştirebilir, gelecekte birbirimize anlatacak hikâyeler barındıran daha dayanışmacı ve eşitlikçi bir insanlık hayaline tutunabiliriz.
Yoksa hayatta kalma uğruna karıncadan tespih böceğine, oradan da belki tahtakurusuna doğru yolculuğumuzu sessizce kabullenmiş olacağız.
Dahası, hikâyelerini yitirmiş canlılar olarak yeryüzüne tutunmayı yeterli görüp çocuklarımıza da bunu öğreteceğiz.
Birbirimize anlatacağımız hikâyeler tükenmeden bir şeyler yapmalıyız.
Dr. Mehmet UHRİ
İstanbul Tabip Odası, Dr. Ali Özyurt Kültür-Sanat ve Edebiyat Kolu