Dr. Demet Parlar
Evrenimizin James Webb Uzay Teleskobundan canlı olarak yayımlanan olağanüstü güzel manzaralarını izlerken başladım bu yazıyı yazmaya. Milyarlarca galaksideki trilyonlarca yıldız sisteminden birinde bir soluk mavi nokta üzerinde, bu kavranılması zor devasa sistemin mini minnacık bir parçasında yaşadığımızı hatırlatan görüntüler geçiyor ekrandan.
Şu bizim mavi gezegenimizin koskoca evrendeki yeri Otostopçunun Galaksi Rehberi’ndeki gibi kolaylıkla vazgeçilebilecek kadar önemsiz olabilir mi acaba? Evrenin uzak köşelerindeki canlılar için bir anlamımız var mı? En azından günümüzde bu soruların yanıtlarını bilmek mümkün değil ama devletler, büyük şirketler ve sermaye açısından gezegenimizin yalnızca bir ham madde deposu olarak görüldüğü, yalnızca meta olarak bir değer taşıdığı çok açık.
Küresel ölçekte karaların ve okyanusların akciğerleri olan Amazon ormanlarının ve mercan resiflerinin gördüğü büyük zarar, biyoçeşitliliğin ve tatlı su kaynaklarının hızla azalması, kutuplardaki erimenin yanı sıra iklim değişimini gezegenimizin taşıyamayacağı iklim krizi sınırlarına getirdi. Bununla birlikte sera gazı emisyonlarındaki artışa ve 1992’de Rio ile başlayıp en son geçen yıl gerçekleşen Glasgow İklim Zirvesi’nde ( COP 26 ) imzalanan antlaşmalara rağmen devletlerin söz verilen önlemleri almadaki yavaşlığı ve umursamazlığı, büyük sermayenin devletler tarafından desteklendiğinin, şirketlerin doymak bilmek kâr hırsına öncelik verildiğinin açık göstergeleri değil mi?
Yaşadığımız coğrafyada bozulmuş olan hukuk sistemi nedeniyle durum daha da kötüdür. Denizli Avdan ve Aydın Mezeköy örneklerinde olduğu gibi, bir gecede çıkarılan acil kamulaştırmalar ile tarım alanları ve zeytinlikler enerji ihtiyacı bahane edilerek şirketlerin hizmetine veriliyor. Şırnak ‘tan Akbelen’e, Silopi’den Ikizdere’ye, Afşin-Elbistan’dan Gökova ve Çanakkale’ye, Denizli-Tavas’a, Hatay ve Adana’dan Zonguldak’a, Akkuyu’dan Kaz dağlarına, Kaz dağlarından Erzincan-Iliç’e, Peri bacalarından Marmaris’e memleket ekokırım suç mahalline dönüşmüş durumda. Son 40 yıldır acımasızca uygulanan neoliberal politikaların etkisiyle artarak devam eden bir ekokırım söz konusu.
Dünya halklarının gözünü boyamak için önerilen ve uygulanan “yeşil çözümler”in tümü piyasacı çözümler olduğu için geriye dönüp bakınca, bilim insanlarının ve yaşam savunucularının tüm uyarılarına rağmen son 40-50 yılın dünyanın egemenleri tarafından hoyratça harcandığını görmek mümkün. Örneğin geri dönüşsüz eşiği aşmamıza çok az zaman kaldığı, öncelikle fosil yakıt tüketimini 2050 yılına kadar küresel düzeyde sıfırlamamız gerektiği uzun zamandır bilinmesine rağmen günümüzde 1,3 dereceye ulaşmış olan küresel ısınmanın ilk sorumlusu olan fosil yakıt kullanımı hâlen toplam enerji tüketiminin % 81’ini karşılamakta (1).
Bu küresel tehlike, sera gazı salımından en az sorumlu olan Pasifik Ada ülkeleri gibi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için çok daha ciddi boyutta. Aralarında Fiji, Kiribati, Mikronezya, Marşal Adaları, Nauru, Niue, Palau, Papua Yeni Gine, Samoa, Solomon Adaları, Tonga, Tuvalu ve Vanuatu gibi birçok küçük ada ülkesinin olduğu bu bölgedeki devletlerin rakımları deniz seviyesinden sadece birkaç metre yüksek olduğu için, küresel ısınmanın 1,5 derecenin üzerine çıkması durumunda sular altında kalarak yok olma tehlikeleri var (2).
İklim krizini varoluşsal bir kriz olarak yaşayan bu ülkelerden yedisi, 2009 yılında bir ortak bildiri yayımlayarak, zengin ülkelerden, sular altında kalmamak için 2020’ye kadar sera etkisi yaratan gazların salımını %45, 2050 yılına kadar da %85 oranında azaltmalarını istemişti. On yıl sonra 2019’un Aralık ayında Lahey’de düzenlenen Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Taraf Devletler Kurulu, ” Ekokırım (doğayı katletmek) uluslararası bir suç olmalı mı?” sorusunu tartışmaya açtı. Bu soru Pasifik Ada Devletlerinden Vanuatu’nun girişimiyle UCM gündemine alınmıştı. O günden bu yana ekokırım suçu uluslararası arenada gittikçe artan şekilde tartışılır hale geldi (3,4).
Aslında “ekokırım suçu”, ilk kez Yale Üniversitesi’nde biyolog olan Arthur Galston tarafından kullanılmış, Galston 1970’te katıldığı bir konferansta ABD’nin Vietnam’da portakal gazı kullanmasının çevreye verdiği zarar nedeniyle tıpkı soykırım gibi cezalandırılması gerektiğini söylemiştir. İsveç Başbakanı Olof Palme de 1972’de BM Çevre Konferansı’nda yine portakal gazı kullanımı bağlamında ilk kez ekokırım suçuna uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmiştir.1978’de Birleşmiş Milletler (BM) Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu, Soykırım Sözleşmesi’ne ekokırım suçunun da eklenmesini teklif etti ancak bir sonuç alınamadı.
Günümüzde insan eliyle ya da daha doğru bir deyişle büyük şirketler eliyle yaratılan ekokırımın etkileri, iklim krizine dönüştükçe ekokırım suçunun soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenilen suçlar gibi yargılanması çalışmaları da artmış durumdadır. Bu suçları yargılamakla yetkilenen ve 2002’de resmen yürürlüğe giren Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)’ne bugüne kadar taraf olan ülke sayısı 123. Türkiye ise UCM’ye taraf değil. Ancak hukukçular ekokırım suçunun tanımına ilişkin yürütülen bu tartışma sürecinin, UCM’ye taraf olan ve olmayan devletler açısından etkileri olacağını düşünüyorlar.
Çevre Hukukçuları Ağı’nın açıklamasına göre; “UCM tarafından ekokırımın bir suç haline getirilmesi, tamamlayıcılık ilkesi uyarınca tüm devletlerin bunu iç hukuklarında suç olarak tanımlayıp kabul etmelerine sebep olacaktır. Çünkü UCM’nin devreye girmesi ancak iç hukukun devreye girmediği ya da yetersiz kaldığı durumlarda söz konusu olur. Bu nedenle her devlet, ekokırım suçunun UCM önünde tartışılmaması için, öncelikle kendi iç hukukunu devreye sokmak isteyecektir. Sadece bu girişimin ve konuyla ilgili yürütülen tartışmaların bile doğanın korunması açısından önemli bir değişim yaratacağını düşünebiliriz” (6).
Haziran 2021’de Stop Ecocide Foundation (Ekokırımı Durdurun Vakfı) girişimiyle uluslararası uzmanlardan oluşan bir heyet, ekokırım suçunun tanımı konusunda uzlaşıya vararak bir metin hazırladı ve bu metin İngilizce olarak kamuoyu ile paylaşıldı. Çevre Hukukçuları Ağı tarafından Türkçeye de çevrilmiş olan bu kapsamlı raporda ekokırım suçu şöyle tanımlanıyor;
“Çevreye ağır ve geniş çapta ya da ağır ve uzun vadeli bir biçimde zarara yol açmasının kuvvetle muhtemel olduğunun bilincinde, yasadışı veya keyfi olarak işlenen fiiller ekokırım suçunu oluşturur” (6).
Ekokırım suçu tanımı henüz uluslararası hukuk açısından net olmasa da çevreye verilen zararın geniş çaplı, uzun dönemli ve ciddi nitelikte olması yaygın kabul gören üç temel özellik.
Ekokırım suçu çerçevesinde önemli çalışmalar yapan Avukat Özlem Altıparmak, çevreye verilen zararın “insan üzerindeki etkisi” konusunda ortak bir tutumun henüz olmadığına değiniyor. Altıparmak, kimi hukukçuların insan merkezli (antroposantrik) bir bakışla tahribatın insan üzerindeki etkisini suçun tanımı için bir şart olarak kabul ederken, kimilerinin ise ekosantrik bir bakışla, doğayı başlı başına bir hukuk öznesi haline getirmekten yana olduğuna dikkat çekiyor. Altıparmak devamında “suçun tanımı yapılırken bu konunun önemli bir tartışma noktası olacağını ve sonucunda doğa merkezli bir uzlaşı ortaya çıkacağını tahmin ediyorum” diyor (4).
Antoposantrik görüşe alternatif olan ekosantrik bakış unuttuğumuz doğa-insan bütünlüğünü içereceği için zorunlu olduğu kadar heyecan vericidir. Zaten ekosisteme verilen her türlü zararın bedelini kısa veya uzun vadede insan ödemek zorunda kalmıyor mu? Ve insan diğer canlılardan kendi üzerine düşünme, imgelem gücüyle ileriye dönük plan yapabilme yetileriyle farklılık taşısa da en nihayetinde termodinamik ve evrim gibi benzer doğa yasalarıyla çalışan bir doğa parçası değil mi?
Bu nedenle ekolojik krizin önlenmesi kadar yeni bir insan-doğa ilişkisini bütünleyen bir etiğin geliştirilmesi bakımından çok önemli olan bu çalışmalar, hem sermayenin emek ve doğa üzerinde yarattığı tahakkümün önüne geçecek hem de ontolojik olarak insan-doğa ilişkisine yeni bir yaklaşım getirecektir.
İnsanlık kendi neden olduğu bu yıkımın önüne geçebilecek mi, bunu başarabilecek mi? İzlanda’da eriyen ilk buzulun yerine yerleştirilen anıtta gelecek nesillere yönelik olarak bırakılan bronz mektupta yazıldığı gibi bu sorunun yanıtını ancak gelecek nesiller bilebilecek;
“Ne yaşandığını ve ne yapılması gerektiğini bildiğimiz halde bunu yapıp yapamadığımızı sadece siz bileceksiniz.” (7)
Kaynaklar
- Kalyon Kenan, İklim Krizi ve Sermaye Mantığı, https://www.belgelik.dr.tr/ToplumHekim/kayit_goster.php?Id=2947
- https://www.ntv.com.tr/galeri/dunya/bilim-insanlarindan-pasifik-ada-ulkeleri-icin-felaket-uyarisi-yuzyilin-sonuna-kadar-yok-olabilirler,405VEANtFUKJ5uXsP7OFNg/N5yqxBgZtkqedURBJAdpkg
- https://www.cnnturk.com/2009/teknoloji/kuresel.isinma/08/05/pasifikin.ada.ulkeleri.imdat.dedi/537936.0/index.html
- https://m.bianet.org/bianet/iklim-krizi/236032-soykirimdan-ekokirima-uzanan-yol
- https://m.bianet.org/bianet/iklim-krizi/250327-ekokirim-sucu-roma-statusu-kapsamina-alinabilir
- https://haklarvearastirmalar.org/wp-content/uploads/2021/09/ekokirim-sucu-tekli-sayfa-hali.pdf
- https://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2019/08/18/izlandada-eriyen-okjokull-buzulu-icin-cenaze-toreni
Çok güzel bir yazı olmuş, yararlandım ve keyifle okudum. Ekokırım soykırım gibi ağır bir suç olmalı.