Dr. Gönül Malat/Tıp Dünyası Yayın Kurulu üyesi
Kavgamızın tek seyircisi bu şehir
Tutunduğumuz tek dal içimizdeki isyandır
Akan kanımızın hesabını kime soracağız?
Kim toplayacak gözyaşlarımızı?
Gittik gittik gittik
Acılara gittik**
Ben Şirin Ebâdî. İranlı bir avukat ve insan hakları savunucusuyum. Özellikle kadın ve çocuk hakları alanındaki çalışmalarımla tanınıyorum. Hemedan’da ticaret hukuku profesörü bir babanın kızı olarak 1947’de doğdum. Tıpkı babam gibi hukuk okumak istiyordum. Bu nedenle 1965’te Tahran Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdim. 1969’da okulu bitirdikten sonra hâkimlik sınavını kazanıp 1970’te stajyer hâkim olarak göreve başladım. Bu arada Tahran Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimime devam ederek 1971’de lisansüstü diplomamı da aldım. 1975’te İran’da yargıç olarak mahkeme başkanı olan ilk kadındım. Tabii 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra her şeyin altüst olmasına değin.
Sam Amca, uzun yıllar boyu oluşturduğu stratejisi gereği bizlere bir elbise biçmişti. “Yeşil Kuşak” adını verdiği bu proje, soğuk savaşın iki kutbundan biri olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) sıcak sulara inmesini engellemek ve komünizme karşı İslam’ı kullanmak üzere geliştirilmişti. Önce 1977 yılında uzun çalışmaların ardı sıra demirin tavına geldiği kararına varılarak Pakistan’da askerler yönetime el koydu. Faşizmi hayata geçirmek için pek elverişli hale getirilmiş olan dini kullanarak tabii. Ardından 1979 yılında Ayetullah Humeyni, İran İslam devrimini yaptı. 1978 yılında Afganistan, sosyalist bir devlet yapısına sahipti. Sam Amca, yönetim şeklinden dolayı bu ülkeye müdahale edemiyordu. Mücahitler yetiştirmek için askerlerin yönetime el koyduğu komşusu Pakistan’ı hayli elverişli buldu. Pakistan’da zaten var olan İslami okullarda saflar sıkılaştırıldı öğrencilerin sayısı artırıldı. Geleneksel İslami okullarda katı dini eğitim görmüş bu öğrenciler “Taliban” olarak Afganistan’a ihraç edildi. Sonucu hepimiz biliyoruz. 1980 yılında da sizlerin ülkesinde yani komşumuz Türkiye’de Atatürk taklidi yapan askerler “Ilımlı İslam” diyerek yönetime el koyduğunda artık yeşil kuşak projesi tamamlanmıştı.
Haberdar olmadığınızı düşündüğüm bazı bilgileri de sizlere anlatmak istiyorum. Ayetullah Humeyni, 1964’te İran’dan sürgün edildi. Hemen Türkiye’ye geçti. Birçok İslami tohumlar atmayı da başardı bu arada ülkenizde. Sürgüne gönderilir gönderilmez ilk önce Bursa’da yaşayan ve çok iyi Farsça bilen istihbaratçı Albay Ali Çetiner’in evinde uzun süre kaldı. Tartışmalı Tahrir el-Vesile adlı fıkıh kitabını, konuk olduğu Çetiner’in evinde yazdı. Bu fıkıh kitabında “Daimi veya gayri-daimi nikâh ile 9 yaşından önce eş ile cima (cinsel ilişkide bulunmak) caiz değildir. Lakin diğer faydalanmalar şehvetle el atmak, sarılmak veya tefhiz etmenin sakıncası yoktur. Hatta emzikteki olsa bile” diye görüş bildirir Humeyni. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim; İmam Humeyni’nin Tahrir-el Vesile isimli kitabında yer alan bu ifadelerin aslında çok daha ağır ifadeler içerdiğini (bir adam bebek kadar küçük bir çocuktan da cinsel haz alabilir. Buna karşın, genital bölgeden giriş yapmamalı, fakat çocuğa anal yoldan yaklaşabilir. Eğer birisi çocuğa yaklaşmış ve ona hasar vermiş ise hayat boyu tüm bakımını üstlenmelidir) bu ifadelerin sonraki basımlarda yukarıda verilen ifadelerle değiştirildiği notunu düşmeliyim. Ayetullah Humeyni, Türkiye’den sonra İran’ın savaştığı Irak’a ve oradan da Fransa’ya gidip 1979’da ülkesine dönerek İslam Cumhuriyeti’ni hayata geçirmiş; biz kadınlara da saçlarımızla yaftalanmak düşmüştür. Ve daha bir çok acı da.
İşte ben tüm bunlar yüzünden kadın ve çocuk haklarının savunucusu oldum. Olmak zorundaydım. Muta nikahlarına karşı durmalıydım. Çocukları, genç kızları mollaların elinden kurtarmalıydım. İran İslam devriminden sonra hemen erken emekliliğimi istedim. Mükerrer müracaatlarıma gelen ret cevaplarına karşılık 1993’e kadar hukuk adına yapabileceğim işler için hiç izin alamadım. İran’daki dergilerde yazılar yazmaya başladım. Bu yazılar benim araştırma yapmamı, kendimi geliştirmemi sağladı. Artık üniversitede hukuk dersi veriyordum ve kadın ve çocuk hakları adına kampanyalar düzenliyordum. Dünyanın çeşitli üniversitelerinde hukuk dersi vermek için yolculuk etmeye başladım. 2008’de Reuters’e son iki senede (yani Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olduğu dönemde) İran’daki insan haklarının gerilediğini ifade ettim. Ömrüm ölüm tehditleriyle sürüp gidiyordu. Reuters’e demecimden sonra tehditler bir hayli arttı. Her şeye rağmen 7 Ağustos 2008’de İslam rejimi makamlarınca tutuklanan 7 Bahaî liderinin savunmasını üstlendim. İslam rejimi, Bahaî mezhebini sapkın bir mezhep olarak değerlendiriyor ve bu mezhebe mensup olanları idam istemiyle yargılıyordu. Oysa Bahâî inancının öğretilerine göre, insanın amacı dua, tefekkür ve insanlığa hizmet yoluyla Allah’ı tanımayı ve sevmeyi öğrenmektir. İnsanlar düşünceleri ve inançları nedeniyle idam edilmemeli. İdam cezası dünyadan silinmeli. Gerçek suçların cezası çekilmeli. Kadınların ve çocukların haklarını görmezden gelenlerin eziyetin ve zulmün cezası çekilmeli.
10 Kasım 2003’te Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüm. “Özellikle kadın ve çocuk hakları olmak üzere demokrasi ve insan hakları adına cesur girişimlerim,” için ödülü hak etmiştim. Mollalardan sürekli ölüm tehditleri almaya devam ediyordum. Bu nedenle Nobel jürisi cesaretimi ve tehditlere asla kulak asmamamı övdü. Bu övgü beni daha da yüreklendirdi. Kitaplar yazdım. Türkçeye de çevrildi kitaplarım. Dikkatinizi çekmek istediğim bir konu daha var. Son yıllarda Nobel Barış Ödülü alanlara bir bakın: Neredeyse tümü Müslüman ve direnişçi kadınlar. Hepsi de ölüm tehdidi alıyor. Hatta Malala, Taliban’ın suikast girişiminden zor kurtuldu. Kadın ve çocuklar için çalışıyoruz hepimiz. Ölüm tehditleri çok ironik olmakla birlikte yolumuzun, yoldaşlığımızın ne kadar doğru olduğunun da göstergesi aynı zamanda.
İşte Mahsa Amini ve onu içinde yaşatan, direnen İranlı genç kadın ve erkekler, benim ve kadın-çocuk hakları konusuna kendini adayan arkadaşlarımın ektiği tohumların fidanları. Binlerce Mahsa Amini var ülkemde. Biliyorum ve çok üzülüyorum; idam ediliyor bazıları. Ama Furuğ’un da dediği gibi: “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla.”
*Odo: Ursula K. Le Guin’in “Mülksüzler” adlı kitabındaki Anarres gezegeninin kurucusu, şiddet karşıtı kadın anarşist. Tam adı; Laia Asieo Odo
**Furuğ Ferruhzad şiiri