Ağlamak
Bazı acılarda yetmez
Bazı ölümlere…
Durur bir nöbetçi gibi
Düşüncenin kucağında hep çocuktur
Ağlamak *
Bekir’in yapıp pişirdiği paskalya çöreklerinin ünü, yaşadıkları kentin sınırlarını çoktan aşmıştı. Nam üstüne nam salan çörekler, yerli yabancı tüm turistlerin fırın önünde dizilip bekleşmelerine sebep oluyordu. Asude, zaman zaman evin balkonundan bu neşeli kuyrukları gözetler ve kocasıyla gurur duyardı. Kentte yaşayan Yahudi ve Hristiyan toplulukların geleneksel paskalya çöreğini, ustaların ustası sıkı bir Müslüman olan Bekir yapıyordu işte.
Dünyanın hiçbir yerinde rastlayamayacağınız renklerle bezenmiş bu durum, sadece ve sadece genç çiftin ömür sürdükleri bu kadim şehre özgüydü. Affan Kahvesi’nin biraz ilerisinde yer alan fırın, onların tanışmalarına da ev sahipliği yapmıştı üstelik.
Bekir’in, başparmaklarının yanından uzanmış altıncı parmakları ve onların arasında deriden oluşmuş ördek ayaklarına benzeyen perdeli elleri, belli ki paskalya çöreğine gizemi çözülemeyen bir üstünlük katıyordu. Kim bilir belki de insanlar o sihirli çörekleri yapan sıra dışı elleri görmek için de sıraya giriyorlardı?
Patronu, elleri yüzünden başlangıçta onu işe alıp almama konusunda tereddüt etmişti.
Dört yıl önce yaşanan bu süreçte Bekir’in yaptığı çörekleri, ailesiyle beraber Şabat yemeklerine konuk edince tüm şüphesi ortadan kalktı. Ardından da hemen işe alındı.
İşte bu kadim kent, başta Asude ve Bekir’in aşkı olmak üzere bu güzel renkleriyle, kol kola ve kardeşçe yaşamıyla sürekli savaşan-çatışan, birbiriyle kavgalı dünyaya ve insanlığa, muhteşem bir örnek teşkil ediyordu.
Aslında bir Nusayri olan Asude ise Şabat yemeklerinin baş aktörü ve Hristiyanların paskalya geleneğinin olmazsa olmazı bu çöreklerin tutkunuydu. Genç ustanın yaptığı çöreklerin müdavimi olan kadın, Bekir’i de görmek için iki yıl boyunca her gün fırına uğradı. O zamana kadar tamamıyla içine gömülmüş Asude, onun kara gözlerine derin bakışlarına vurulunca kendinden hiç beklenmedik şekilde tüm saflığıyla aşkını ilan etmekten de çekinmemişti. Bilmedikleri ise kaderin ağlarını zaten üzerlerine çoktan ördüğüydü. İki kimsesizin, evlenerek fırının yakınındaki konutlarına yerleşmesiyse yaklaşık dokuz ay öncesine dayanmaktaydı.
Asude, derin sessizliğini hep renklerin içine saklayarak büyüdü. Ömrü boyunca renklerle barışıktı. Doğumundan itibaren ona bahşedilen bu engelle, ancak böyle baş edebiliyordu. Renklerle konuşur; “Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum,” der dururdu. Resme de pek düşkündü. Yetenekliydi de üstelik. Anlaşılan olup bitene karşı ağusunu akıtmanın yolunu böyle bulmuştu. Resim öğretmeni olmayı bile başarmıştı. Fakat bir türlü ataması yapılmıyordu. Bu yüzden işitme engelliler okulunda gönüllü ve yarım zamanlı çalışıyordu. Evlerinin duvarları ise yağlı boya tablolarıyla doluydu. Kadın hiç taraftar olmasa da Bekir’in ısrarıyla bu tablolar iki hafta sonra kent merkezindeki bir sergi salonuna konuk olacaktı.
Dört şubat cumartesi günü Şabat yemeğine yetiştirmek üzere gün boyu çalışarak hala- challah ekmeklerini ya da diğer adıyla paskalya çöreklerini yapıp pişiren Bekir, yorgunluktan neredeyse hamurun üzerine yığılıp kalacaktı. Fırındaki diğer usta Joseph’in, yakın zamanda vefat etmesi nedeniyle gece vardiyasına da devam etmek zorundaydı. Yük tamamen genç adamın üzerine bindiğinden son haftalarda hayli yoruluyordu. Üstüne üstlük pazar sabahı ayinden çıkanlar da paskalya çöreği almak için sıraya geçeceklerdi.
Cumartesiyi pazara bağlayan gece boyu çalışıp sabah namazıyla birlikte evine geldiğinde artık tamamen bitkin görünüyordu. Namazını kılıp hemen kendini yatağa attı. Asude, zaten kocasının düşkün ve yılgın halinden onunla birlikte kahvaltı yapamayacağını anlamıştı. Tek başına yemeğini yedikten sonra evde biraz oyalandı. Ardından ses çıkarıp kocasını uyaracağından çekinerek öğleye doğru alışveriş yapmak için evden çıktı.
Şubat güneşinin ölgün ışıkları, ne yazık ki kuzeyden esen rüzgârın soğuğunu kesmeye yetemiyordu. Asude, biraz yürüdükten sonra ısınmak için bir kahve içmeye niyetlendi. Sonra “Bugün tembelliğim üzerimde. Oyalanmakta üstüme yok,” diye kendi kendine hayıflandı.
Kahveden vazgeçip usul usul alışverişini tamamlayarak dönüş yoluna koyuldu.
Torbaların ağırlığından morarmaya yüz tutmuş elleri, bir de sert ayaz eklenince sızlamaya başladı. Eldivenlerini giymediğine pişman olan kadın, bir an önce eve gitmek için adımlarını hızlandırdı. Kocasının vardiyasına başlamasına da kısa bir süre kalmıştı. Daha onun için yemek hazırlayacaktı. Bekir’in çalıştığı fırının yanından hızlıca geçerken içeriye göz atmayı ihmal etmedi. Patronuyla göz göze gelince de başıyla selam verip gülümsedi.
Sallanan bir elle de yanıtını aldı.
Koşar adım evin merdivenlerini tırmandı. İçeriye girdiğinde birkaç gündür kafesine girmeyi reddeden Şakır, kanatlarını çırparak kadının gür siyah saçlarının üzerine tünedi. “Senin neyin var Şakır? Neden böyle huzursuz ve hırçınsın? Hasta mısın yoksa? O pek sevdiğin marulundan da hiç yememişsin?” diye iç geçirdi.
Elindeki torbaları bırakıp salona geçen Asude, kocasının bu sefer de kanepede sızıp kaldığını gördü. Üzerini battaniyeyle örtmek için uzanırken Bekir gözlerini açıverdi. Asude, dudaklarını okuyabilsin diye tane tane “Geç kalıyorum. Hemen çıkmam lazım,” diyerek doğruldu. Kadın, işaret diliyle “Bir şeyler hazırladım. Atıştırıp öyle git,” dedi. Ardından kocasının elinden tutup çekiştirerek mutfağa götürdü. Adam, ağzına tıkıştırdığı lokmaları daha yutmadan sandalyeden fırladı. Kapıda onu dudaklarından öpen Asude de lokmalardan nasibini almıştı. İşaret ve orta parmağını hafifçe içe büküp Bekir’i gösterdi ve ardından kalbinin üzerinden sağ kasığına doğru çapraz kesme hareketi yaparak “Seni seviyorum,” dedi. İşaret diline yeni yeni aşina olmaya çalışan adam anlamış olmanın sevinciyle heceler gibi konuşup ağzını kocaman aça aça “Ben daha çok seviyorum Asudem,” diye yanıtladı. Kadın dudak okuma konusunda eğitimli olduğundan hemen kocasının boynuna atıldı. Muhabbet kuşu Şakır da bir onun bir diğerinin başına konup tiz tiz “Güle güle canım,” diye Bekir’i uğurlamaya katıştı.
Güneş çoktan kaçmaya yeltenmişti. Yemeğini yiyip sıcak bir duş alan kadın, yavaş yavaş yatmaya hazırlanıyordu. Şakır’ı yine kafesine girmeye ikna edemedi. Gece boyu serbest kalacak bu huzursuz kuşun, kendisi için pamuk ipliğine benzer bir yaşam bağı olacağından habersiz uykuya daldı.
Gecenin bir yarısı büyük bir sarsıntıyla yatağından yuvarlandı. Cenin pozisyonu alamadan odanın tavanı üzerine yıkıldı. Başındaki ufak tefek sıyrıklar önemli olmasa da sol eli ve ayakları evin kolonunun altında eziliyordu. Şakır, omzunun üzerinden korkuyla ona bakıyordu. Kadın, hayatı boyunca bunu düşünmüş kendini böyle bir durumdan nasıl kurtarabileceğini hesap etmeye çabalamıştı. Şimdi o kâbusu yaşıyordu. Olmayan sesini nasıl duyuracaktı? Kolyesini kontrol etti. Boynundaydı. Kocasını düşündü: “Sağ salim kurtulmuştur inşallah.” Bacaklarındaki acıya dayanması mümkün değildi. Gözyaşlarına hâkim olması da!
Kendiyle beraber büyüttüğü derin sessizlik, Bekir ile birlikte kısa bir ara vermişti. Belli ki o iyilik hali de pek bodur olacaktı. İçinden bazıları acıya, bazıları neşeye doğar, bazıları sonsuz geceye diye söylendi. Konuşmanın, derdini konuşarak anlatmanın insanı nasıl da rahatlattığını hiç bilememişti.
Küçücük bir aralıktan günün ışıdığını fark etti. “Kaç saattir enkaz altındayım acaba? Bulurlar mı beni? Sesimi duyuramam ki nereden bulacaklar? Ama belki Bekir iyiyse bulur kurtarır? Tanrım yaşıyor olsun. Sağ salim olsun. Beni bulsun. Tanrım çok üşüyorum. Canım acıyor. Eğer burada öleceksem çok çektirme bana ne olur? Yavaş ölüm en zoru çünkü! Bir an önce kurtar beni. Beni zaten sessizliğe gömmüşsün bir de acılara gark etme. Dayanamıyorum! Haykırmak istiyorum. Haykıramıyorum! Gözyaşlarımda boğulacağım. Bacaklarım sızım sızım sızlıyor. Şayet kurtulursam yürüyemeyeceğim belli ki. Yavaş ölüm en zoru tanrım lütfen beni yavaş ölüme mahkûm etme. Sessiz çığlıklarımın arasında bırak Issız Cennet’ime gidivereyim. Sol kolum da uyuşuk. Anlaşılan işaret dilini de kullanamayacağım,” diye tanrısına yakarırken kendinden geçti.
Sarsıntının üzerinden yirmi dört saat geçmiş olmasına rağmen, kurtarmak için bir Allah’ın kulu gelmemişti. Bekir’in enkaz altında öldüğünden habersiz olan Asude, kimselere duyuramadığı sesiyle “Bekir, Bekir!” diye inliyordu. Üstelik Şakır da sus pustu. Arada bir kendine geliyor Şakır’ın gözleriyle konuşup “Senin huzursuzluğunun nedenini şimdi anlıyorum, yeni anlıyorum,” deyip tekrar kendinden geçiyordu. Üşüyordu. Canı yanıyordu. Susamıştı. Direnecek gücü kalmamıştı. Bir an evvel ölmek istiyordu fakat bir türlü ölemiyordu. “Bazen bu kadar acı yaşamı değersizleştiriyor biliyor musun tanrım? Acıları bu tarafa çok bağlanmayalım, ölümlü olduğumuzu bilelim diye veriyorsun anlıyorum ama yetti artık! Yol ver bana gideyim ne olur?” diye yakarmaya devam ediyordu.
Tekrar günün ışıdığını fark etti. Şakır, ısrarla Asude’yi yaşama tutunmaya zorluyordu.
Aradan dereden bir yol bularak uçup gidebilirdi. Hatta Asude, bir süre sağlam eliyle onu ittirip kendini kurtarmasını sağlamaya çalıştı. Şakır, çok kararlıydı. Terk etmiyordu onu.
Enkazın üzerindeki kurtarma çalışmalarını sezen muhabbet kuşu, her ne kadar kadın duymasa da suskunluğunu bozup onun sesi olmuş uzun uzun ötmeye ve kanat çırpmaya başlamıştı.
Bedenindeki eziklerin acılarına ya alışmış ya da acıları katlanılabilir bir hal almıştı. Olanlardan habersiz Asude, Şakır’ın kanatlarından yaşam üçgenlerine uçuşan güzelim mavi tüyleri görünce resimlerle renklere uçtu. “Sevgi ne renktir? Melankoli ne renk? Acı ne renktir? Mutluluk ne renk? Savaş ne renktir? Vahşet ne renk? Özlem ne renktir? Asıl ölüm ne renktir? Ölüm ne renk?” diyerek içten içe sayıklıyordu.
Depremin üzerinden elli üç saat geçmişti. Hala hayatta olduğunu duyumsatan acı ve ağrıları da artık tamamen onu terk etti. Şakır’ın zoruyla tutunmaya gayret ederken hayal meyal sorduğu soruların cevaplarını aramaya başladı. Tutkulu olduğu tabloların gözünde canlanmasıyla yanıtlar da kendiliğinden zihnine doluşu verdi. “Savaş, eminim gridir Guernica’dan ötürü. Sevgi sarıdır kesin The Kiss yüzünden. Melankoli, adı üstünde Melancoli’ deki koca bir boşluk gibi, Çığlık gibi karanlık ve mordur sanırım. Vahşet deyince aklıma ilk Medusa tablosu düştü. Yeşil zemin üzerine resmedilmiş, kesilmiş boynundan fışkıran kanlarla tam vahşet. Demek vahşet de hem kırmızı hem yeşil. Mutluluk için ne dersiniz Asude Hanım? Hımmm, mutluluğa asla renk biçemem. Herkes için farklıdır onun rengi ama Dianne Dengel’in tablosu muhteşemdir,” derken gözleri kapandı.
Bir süre sonra Şakır’ın kanat çırpmalarıyla tekrar gözleri aralandı. “Özlemde mi kalmıştık? Özlem Rengi** ah özlem rengi; ah sen en sahici özlem rengisin Bekir. Canım Bekir. Pekiiii, ölüm ne renktir ölüm? Ölüm ve Yaşam tablosu rengârenktir. Ölümün Zaferi de öyle. Ophelia tablosu bile öyle. Renk verilebilir mi kapkara ölüme? Sanırım asıl acıya renk veremem. Renksizdir, sessizdir acı. Sadece rengârenk bakışlara kazınır,” derken kuşun hareketliliği de iyice arttı.
Yıkıntıların üzerinde Meksika’dan getirilen arama kurtarma köpeği Proteo, Asude’nin bulunduğu yeri işaret ederek ön ayaklarıyla ufalanmış betonu hızlı hızlı kazmaya başladı. Kısa süre sonra Asude’ye ulaşan kurtarma ekipleri, ona yönelttikleri sorularına yanıt alamayınca yaşayıp yaşamadığı konusunda başta tereddüt ettiler. Gözlerini aralayan kadın sağ eliyle kulağını ve ağzını gösterip “Yok” işareti yaparak işitme engelli olduğunu ekibe anlatmaya çalıştı. Doğrusu bu durum arama kurtarma grubunun işini epey zorlaştıracaktı.
Asude, iki buçuk saatlik uğraşı sonunda omzundaki Şakır ile beraber çıkarıldı.
Bacaklarının morluğuna bakılırsa işitme engelinin yanına bedensel engeli de eklenecekti. Sol kolu kırıktı. Adana’ya götürülürken aklından Bekir’ini geçiriyordu. Kocasının büyük emek vererek yetiştirdiği Şakır da ambulansın içine dalıp onlarla birlikte yola düşmüştü.
Hastaneye varır varmaz ilk işi acil ekibine boynundaki kolyeyi göstermek oldu.
Kolyesinde Asude Dilbaz, T.C. kimlik numarası ve O Rh (-) olan kan grubu ile eşi Bekir Dilbaz’ın telefon numarası yazıyordu.
Hastane çalışanları olağanüstü bir koşuşturma içindeydi. Bu yüzden doktorların ya da hemşirelerin dudaklarını okumakta hayli zorluk çekiyordu. Uzatılmış olduğu yataktan mecalsizce el ederek bir sağlık personeli çağırmaya çabaladı. Sonunda bir hemşire aceleyle yanına gelip “Dudak okuyabiliyor musunuz?” diye sordu. Asude’den olumlu yanıt alınca “Sizi ameliyat edeceğiz. Ameliyathane için sıraya alındınız. Bacaklarınız ezilmiş. Birazdan durumunuz hakkında Doktor Yıldız Hanım sizinle görüşecek,” dedi.
Kısa bir süre sonra yorgunluktan neredeyse tükenmiş ve kana bulanmış beyaz önlüğü ile Doktor Hanım, Asude’nin yanına geldi. İşaret diliyle genç kadına; “Ameliyata alınacağını, bacaklarının pek de iyi bir durumda olmadığını ve belki de ampute edebileceklerini,” anlattı. “Kolunun ise kırık olduğunu fakat yalnızca alçıyla tedavi edilebileceğini, kolu için ameliyata gerek olmadığını,” söyledi. Asude, bitkin olmasına rağmen gözlerini kocaman açıp şaşkın şaşkın Doktor Hanım’a baktı. Yıldız Hanım; onun kafası karışık bakışlarından, işaret dilini bildiği için şaşırdığını fark etti. Tekrar işaret diliyle “Benim çok sevdiğim bir kuzenim var.
Aynı yaştayız. Birlikte büyüdük. O da işitme engelliydi. Sırf onunla konuşabilmek, iletişim kurabilmek için işaret dilini öğrenmiştim,” diye açıklama yapıp diğer hastalarına bakmak üzere koşturarak oradan uzaklaştı.
Ameliyatının üzerinden bir süre geçince kendine gelen kadın, eksilmiş bedeniyle kocasını düşünmeden duramıyordu. Kendisi de bir depremzede olan Yıldız Hanım, Asude’nin işitme engelinden ötürü karşılaşacağı zorluğu düşünerek özel zaman ayırıp haberleşmedeki güçlüklere rağmen Bekir’in akıbetini öğrenmişti. Ona söylemek için biraz daha düzelmesini bekliyordu.
Genç ressam, hasta yatağındaki iyileşme sürecinde bundan sonra kimsesizlik tabloları çizmek zorunda kalacağından henüz habersizdi. “Sahi kimsesizliğin rengi neydi?” diye düşünürken Şakır oda penceresinin dışından hala ona yoldaşlık ediyordu.
Gönül MALAT
17.05. 2023
* Özdemir Asaf
** Özlem Rengi isimli şiir, Esra’rengiz Şeyler adlı Esra Dökmen şiir kitabından.