Söyleşi: Ayşe Uğurlu
Bu sayıdaki konuğumuz Funda Şenol. Bir Barış Akademisyeni. Birçok alan ve konuda çalışmaları var. Kadın, kent, tarih, toplumsal cinsiyet, Ankara, kent sosyolojisi, mekan, keşif vb. Şenol ile kent sosyolojisi, ayrımcılığı ortadan kaldıran kent anlayışı, kent ve aidiyet ilişkisi gibi konular ile akademisyenlikte ihraç edilmesi sürecini konuştuk. Paradigmatik mücadele için en elverişli birimin mekan olduğunu söyleyen Şenol, ideal olan kenti “Hepimizin şehrin tamamını kullanabileceğimiz, hiçbir yerde kendimizi tehlikede hissetmeyeceğimiz, yabancı düşmanlığına, şiddete maruz kalmayacağımız ve kentsel hizmetlerden eşit biçimde yararlanabileceğimiz bir kent bence” ifadeleri ile tanımladı.
Söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Öncelikle yazılarınızı takip ettiğimi belirtmek isterim. Okumaktan büyük heyecan duyuyorum. Kent yaşamına ilişkin uyandırdığınız duygular oldukça ilgi çekici. Hele bu duygular Ankara üzerinden olunca… Kenti keşfetmek, sokaklarında iz sürmek, buradan yaşamlarımıza dokunmak… Neler söylemek istersiniz?
Gösterdiğiniz ilgi için ben teşekkür ederim. Kendimi bildim bileli mekânsal uyaranlar ilgimi çekmiştir. Ortaokul ve lisede sanat tarihiyle, sosyoloji disipliniyle tanışınca bu ilgi akademik bir yönelime dönüştü. Aslında gazeteci olmak istiyordum çocukluğumdan beri. Üniversitede gazetecilik okudum da. Ama bir süreliğine basında çalışarak bu mesleğin bana uygun olmadığını anladım.
Bizim okulumuz (Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi) uygulamalıdan ziyade teorik eğitim veren, disiplinlerarası çalışmalara imkan tanıyan ve teşvik eden bir okuldu. Hem Mülkiye’den çok iyi, alanında tanınmış hocalarımız, hem de okulumuzun yetiştirdiği genç hocalar ufkumuzu açtılar. Hatta ikinci grup hocanın heyecanı, eleştirel tavrı ve cesareti unutulmaz. Sosyoloji, siyaset bilimi, felsefe, antropoloji, psikoloji bölümlerinde okunan ve belki de henüz keşfedilmemiş kitapları okuttular bize. Edebiyatın, sanatın başka alanlarının akademik çalışmalara omuz verdiğini, siyasetle akademik çalışmanın birbirinden ayrılmaz olduğunu onlardan öğrendik.
Lafı uzattım. İletişim Fakültesi’ndeki lisans üstü çalışmalarımda, ki aynı zamanda araştırma görevlisiydim o dönemde, iletişim sosyolojisi alanına yöneldim. O alanda da çocukluk aşkım olan kent sosyolojisi patikasından yürümeye karar verdim. Mekanın bizimle konuştuğunu, bizi değiştiren ve bizim tarafımızdan değiştirilen dinamik bir birim, neredeyse bir organizma olduğunu anladım.
Öte yandan, Ankara’da doğup büyüdüm. Entelektüel ve duygusal gelişimim Ankara’nın sembolizmiyle, kültürüyle şekillendi. Olumlu ve olumsuz yönleriyle. Biliyorsunuz, Cumhuriyet sonrasının kültürel haritasını oluşturan üretimleri yapmış olan neredeyse tüm isimler buradan yetişmedir veya yolu buradan geçmiştir. Anılara, otobiyografilere, günlüklere ve mektuplara bakmak yeterlidir bunu görmek için. Adalet Ağaoğlu’nun zamanında söylediği gibi burası iyi bir çalışma odasıdır. Dost sohbetleri önde gelen sosyalleşme biçimidir. Bir böyle yönü var Ankara’yla ilişkimin ve kentsel dokusuna ilgimin.
Ankara çalışmamın bir başka motivasyonu, resmi tarih anlatısında bize “yoktan var edilmiş” şehir olarak empoze edilen Ankara’nın aslında birçok medeniyete ev sahipliği yapmış çok katmanlı bir şehir olması. Osmanlı döneminde ümmet sisteminin gereği çok etnili, dilli, dinli ve kültürlü bir yerleşimken, Cumhuriyet’te Türk ulusunun doğum yeri ilan edilmiş (ilk şehir merkezine Ulus adının verildiğini hatırlayın) ve günümüzde AKP’nin rövanşist kentsel politikası şehrin İslami dokusuna ağırlık veriyor tekrar. Hatta öyle de değil, şehre yeni ve estetikten yoksun bir İslami dokuyu nakletmek istiyor. Cumhuriyet dönemi boyunca, her yeni gelen idare, kendi ideolojisi doğrultusunda şehri baştan yaratmak, şehrin geçmişini yeniden kurmak hevesinde olmuş. Çünkü mekan paradigmatik mücadele için en elverişli birim. Üzerine yerleştirdiğiniz her şey kolayca görünür ve endoktrine edicidir. Örneğin sokak ve cadde adları, heykeller, abideler, mimari biçemler, şehir mobilyaları vb.
Yaklaşık 15 yıldır şehirde hafıza yürüyüşleri yapıyorum. Şehirde geçmişten kalan izleri, beraber yürüdüğümüz katılımcılarla birlikte benim rehberliğimde keşfediyoruz. Hep söylediğim bir şey var: Ankara’nın Galatlardan, Friglerden, Roma’dan vb. kalan izlerini görebilmek için gözünüzle arkeolojik kazı yapmanız gerekiyor. Tek tük duvar kalıntısı, kalenin surlarında veya tarihi bir caminin duvarın bir sütun başı, heykel. Bunun dışında Augustus Tapınağı, bol ziyaretçili Hacı Bayram Camii’nin omuz başında görünmez kılınmış durumda. Dünyada ayakta kalmış en büyük Roma hamamlarından biri yalnızlığa terk edilmiş durumda. Roma Tiyatrosu şimdiki belediyenin ilgisiyle yeniden restore ediliyor. Ama genel anlamda geçmişi yeniden keşfetmeye yönelik canlı bir heves yok. Çünkü geçmişle karşılaşma da politik bir tecrübe biliyorsunuz. Yürüyüşlere katılanların çoğu kuş uçuşu beş on dakikalık mesafede oldukları semtleri hayatlarında ilk kez görüyor ve turist bakışıyla bakıyorlar. Tabii oranın ahalisi de onlara öyle bakıyor.
Bunun yanında bu topraklarda yakın zamana kadar yaşamış gayrimüslim nüfus, onların şehirde bıraktıkları izler, bir anda nereye gittikleri, mal mülklerinin kimler tarafından kullanıldığı, 1916 Ankara yangınında kül olan gayrimüslim mahallelerinin serencamı çok az çalışmada karşımıza çıkıyor. Bir inkar politikası hakim. Ben de işte bunların peşine düştüm uzun zamandır. Düzenli olarak şehirde dolaşıyor, okuyor, gözlemliyorum.
Yaşamın her alanı ile ilgili sözler söylüyorsunuz. Bazen çocukluk hallerine bazen hepimizin anılarında yer alabilecek sinematografik bir kareye, eskilerin tefrika romanlarından şimdinin dizilerine kadar birçok konudan bahsedebiliyorsunuz. Bunu sizin de zaman zaman belirttiğiniz gibi kent sosyolojisi olarak tanımlamak nasıl olur? Ne dersiniz?
Bu tür yazılarım kültürel çalışmalar başlığı altında ele alınabilir. Sadece entelektüel ve sanatsal değeri olduğu varsayılan kültürel ürünleri değil popüler kültür ürünlerini, halk kültürünü de gözlemleyip, inceleyip, hakkında düşünerek yazmaya çalışıyorum. Neticede büyüdüğüm çevrede din de, gelenek ve görenek de yaşamın merkezindeydi ve bunlar tüm hayatımızı değilse de, paternlerimizi, ahlaki tutumumuzu belirlesin diye uğraşan ailelerimiz, sosyal çevremiz ve okul gibi kurumsal yapılar vardı. Çocukluk ve ilk gençlikte hayatı zorlaştıran bu kültür, onlardan bağımsızlaşınca içinde yaşadığım toplumu tanımak için bana bir tür alet çantası sağlamış oldu. Bu kültürü kendimce demonte edip anlamaya çalışıyorum. Zaten tamamen de içinde yaşadığımız toplumdan azade olamayız. Siyaseten doğru olmaya çalışsak da, önyargılarımızdan kurtulduğumuzu düşünsek de bu tuzağa sık sık düşüyoruz. Sürekli tetikte olmak lazım. Konforu epeyce bozan bir durum bu. O yüzden herkes bu yola girmiyor.
Öte yandan, çok okuyan ve hemen her şeyi okuyan, arşiv tarayan, insanlarla sosyalleşmeyi, farklı olana kulak vermeyi kıymetli bulan biriyim. Başka dünyaların şarkılarını dinleyip bunları kendimce notaya dökmeye çalışıyorum diyelim. Çünkü bir toplumu sadece kendi çevrenize bakarak anlayamazsınız.
Kadın dostu kentler sizin için ne anlam ifade ediyor?
Kadın dostu kentten ziyade ayrımcılığı ortadan kaldıran kent kavramsallaştırmasına inanıyorum. Tüm kırılgan grupları, kadınları, çocukları, yaşlıları, engellileri, LGBTİ bireyleri, eril düzene karşı çıkan erkekleri, farklı inanç topluluklarını, yabancıları, farklı etnik kimlikleri de kapsayan, kimseyi dışlamayan güvenli ve özgür bir kent tasavvuru benimki. Hepimizin şehrin tamamını kullanabileceğimiz, hiçbir yerde kendimizi tehlikede hissetmeyeceğimiz, yabancı düşmanlığına, şiddete maruz kalmayacağımız ve kentsel hizmetlerden eşit biçimde yararlanabileceğimiz bir kent ideal olan bence.
Bu biraz da kentte yaşayanların hemşerilik bilinci geliştirmeleriyle mümkün olabilir. Bunun da iki yolu var; birincisi, yerel yönetimin karar ve eylemlerini izleyip gerektiğinde talepte bulunmak. İkincisi ise yönetsel süreçlere katılmak. Belediye başkanlığı, muhtarlık seçimleri, o olmadı belediye meclisi, kent konseyi, kadın meclisi vb. gibi yapılanmalara dahil olmak gerek.
Kent ve aidiyet ilişkisi konusunda ne demek istersiniz? Bir yere ait olabilmek nasıl tanımlanabilir?
Aslında yukarıdaki soruya cevap verirken buna da vermiş oldum. Kenti her yönüyle sahiplenmek önemli. Pasif değil, aktif bir hemşeri olmak. Haklarımızı bilmek, talep etmek, üzerimize düşen sorumlulukları da üstlenmek gerek. Yine hep söylediğim bir şey var; haklarımızı bilmiyorsak haklarımız yoktur.
Kadınlar için ev ne ifade eder? Onlar için bir özgürleşme alanı mıdır? Sizin yıllar önceki bir yazınız balkonlar üzerine idi. Biz kadınlar özgürlük sınırlarımızı nasıl genişletebiliriz?
Öncelikle kamusal-özel alan ayrımının yüzyıllardır cinsiyet ayrımcılığını besleyen bir tavır olduğunu söyleyeyim. Biliyorsunuz kamusal alan erkeklere, özel alan, yani ev ve çevresi kadınlara tahsis edilmiş mekânsal düzenlemeler olarak sunuluyor ataerkil politik akıl tarafından. Bu hesapça erkekler yasa yapar, yönetir, yasaklar, sınırlar, korur veya koruma adı altında mekânsal sınırlar koyar. Kadınlar ise hayatın devamından sorumludur. Doğurganlık, bakım emeği, duygusal emek, yani ev çevresinde yaşanan tüm faaliyetlerden sorumludurlar. Aileye, eşe sadakat de bunun bir parçasıdır. Bunları yerine getirmedikleri durumda toplumun dışına itilir, sosyal ölüm ve daha ötesi fiziksel şiddete maruz kalırlar.
İkinci ve üçüncü dalganın rüzgarıyla yetişmiş feministler olarak biz, eve iade-i itibar konusunda hassassız. Ama kadının ve diğer kırılgan grupların ev eksenli yaşamaya mahkum edilmesiyle de mücadele ediyoruz. Mekânsal hareketlilik özgürleştiricidir. Ama hem dışarda, hem evde çalışan kadının özgür kadın olduğu miti de sorgulanmalıdır. “Özel olan politiktir” argümanı, kadının ve diğer kırılgan grupların aile içinde yaşadıkları sorunları ortaya dökmeye ve kamusal tartışmaya açmaya yönelik bir argümandır. Hem kamusal-özel alan ayrımını ortadan kaldırmaya, hem de kamusal tartışma denen ve siyasetin sahnesi olan alana kadınları ve diğer grupları, onların sözünü ve sorunlarını dahil etme niyeti taşır.
Özgürlük sınırlarımızı genişletmek için hala ve belki eskisinden de çok mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Çünkü yıllar boyunca canımızı dişimize takarak elde ettiğimiz kazanımlar tepeden inme politik kararlarla elimizden alınmaya çalışılıyor. Bunu İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması sürecinde gördük. Siyasete kurban ediliyor eşitlik mücadelesi. Üstelik dünyanın birçok yerinde böyle. Farkındasınızdır, günümüzün en aktif ve cesur sivil protestoları kadın ve LGBTİ hareketinden geliyor.
Bir kere hayatımızı etkileyen politik karar ve eylemlere karşı savunuculuk pratiğini geliştirmek zorundayız. Bu alanda sivil toplum örgütlerinin sayısı çok. Bunlarla işbirliği yapılabilir.
İkinci olarak da aile baskısına, sosyal baskıya boyun eğmemek, mücadele etmek şart. Hepimiz bu yollardan geçtik. Ne kadar çok teslim olursak alanımız o kadar daraltılıyor, o kadar köşeye sıkıştırılıyoruz. Devlete karşı da, aileye karşı da cesur ve güçlü olmalıyız.
2017 yılında ve 686 nolu KHK ile üniversiteden ayrılmak zorunda kaldınız. O dönemde tüm ülkede olduğu gibi Ankara Üniversitesinde; özellikle, Siyasal Bilgiler, İletişim Fakültesi ve Hukuk Fakültesinde yoğun ihraçlar yaşandı. Bu süreçteki yaşananları kişisel tarihiniz ve her üç fakültedeki arkadaşlarınız ve ihraçların yarattığı tahribat üzerinden anlatabilir misiniz?
Ben yıllarca Gazi Üniversitesi’nde çalıştım Ankara Üniversitesi’ne geçmeden önce. Sağcıların hakimiyetindeki o kurumda bile “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine benzer metinler imzaladığımız olmuştu. En fazla selamı sabahı kesenler oluyordu. Ama emin olun onlar da az sayıdaydı. Dolayısıyla bu imza sebebiyle başımıza gelenlerin yine siyasi oyunlara kurban seçilmemizin neticesi olduğuna inanıyorum. 2016’da yaşanan darbe girişimi bahane edilerek, çok daha önce imzaladığımız bildiri sebebiyle 2016 sonundan itibaren parti parti ihraç edildik. Ondan önce soruşturma geçirdik. Örtülü tehditler aldık.
Bu imzayı atan yüzlerce kişinin hepsi ihraç edilmedi. Bu da ilginç. Sadece soruşturma geçirenler, bunu bile geçirmeyenler oldu. Ankara Üniversitesi, özellikle eski rektör Erkan İbiş’in tasarrufuyla yaptı bu tasfiyeyi. Çünkü zaten ihraç edilen akademik kadronun çoğu sendikalı, politik olaylar karşısında tavrını sergileyen, kampüste kadın çalışmaları, insan hakları gibi konularda çalışan, eleştirel bir tavrı olan, öğrencilerle yakın ilişki kuran bir ekipti. Bizden kurtulmak için bahane oldu imza süreci.
2016 sonunda ilk grup arkadaşımız ihraç edildiğinde geride kalanlar olarak çok öfkelendik ve üzüldük. “Neden biz değil de onlar?” sorusunu sorup durduk. Çok geçmeden geri kalan imzacılar da ihraç edilince adeta bir rahatlama hissettik. Sonra çok zor dönemlerden geçtik ve geçiyoruz tabii. Emekli olabilenler oldu, iş bulabilenler buldu. Kimi akademisyen yurt dışına gitti. Hastalık geçirenler, ölenler, hatta intihar edenler oldu. Bir grup arkadaşımız hapis de yattılar. Ailesi ve çevresi tarafından dışlananlar, şiddet görenler, evini kapatıp aile evine dönmek zorunda kalanlar oldu ve oluyor. Sadece akademideki ihraçlar değil, kamudaki ve diğer kurumlardaki haksız ihraçlar da bizi çok üzdü. Onlar için de mücadele etmeye çalışıyoruz.
Özellikle genç arkadaşlarımızın iş bulmaları da, onlara sahip çıkılması da adını duyurmuş, kariyer yapmış akademisyenler kadar kolay olmadı. Onu da hatırlatmak isterim.
Son bir yıl içinde iade kararları çıktı bir kısım ihraç akademisyen için. Fakat iadelerin bir kısmı da istinaf mahkemelerinde bozuldu. Kamuoyu herkesin işine döndüğünü sanıyor. Ama çok az sayıda akademisyen işine dönebildi.
Fakat olan bitenlerin bizi doğru bildiğimizi söylemekten alıkoyamadığını eklemek isterim. Çok onurlu bir mücadele veriyor arkadaşlarımızın çoğu. Dayanışma ise en değerli mücadele aracı.
Çok teşekkür ederim bu güzel söyleşi için.
Ben de çok teşekkür ederim.