“Kentsel Dönüşüm” Yaygınlaşırken “Kentsel İyilik Hali” Üzerine Bir Söyleşi: Kentlerde İyilik Halini Gündeme Getirmek İçin Geç Kalmadık mı?

Gündem

Söyleşi: Demet Parlar

Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana …”

Bilindiği gibi Charles Dickens’in 1859’da yayımlanan ve Fransız Devrimi’nin çalkantılı, kaotik dönemini anlattığı İki Şehrin Hikayesi bu ikonik sözlerle başlar… Kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin ve değerlerinin gezegenimizi koşar adım yok oluşa doğru götürdüğü, savaşlar, göçler, seller, orman yangınları, derin yoksulluk gibi ağır yaşamsal sorunlarla yüz yüze geldiğimiz günümüzü de anlatıyor sanki C. Dickens. Çelişkiler, giderek artan gerginlikler, kutuplaşan insan ilişkileri umutlarımızı yok etmeye çalışsa da koyu karanlığın içinde saklı olan umut öylesine güçlü bir duygu ki, üzerindeki ağır yüke rağmen kımıl kımıl, capcanlı doğmaya hazırlanıyor. Hele de çıkış yollarını açan toplantılar, birliktelikler yaşadığımız anlarda umutsuzluk kışının biteceği, umut baharının er veya geç geleceği duygusunu daha da artıyor.

Mekanda Adalet Derneği’nin “Kentlerde İyilik Halini Sağlamak İçin Rehber İlkeler” raporunun tanıtım toplantısının bende yarattığı iyilik hali ve umutla önerdiğim söyleşi talebimi kabul eden Sevgili Bahar Bayhan ve Sevgili Selma Karabey’e ne kadar teşekkür etsem az.

Çoklu krizler yaşadığımız günümüzde, farklılıklarımızla bir araya gelmek, düşünülmeyeni düşünmek ihtiyacı içinde olduğumuz bu zamanda, yayınladığınız raporlarda birçok kavram yeni bakış açılarının ve çözüm yollarının önünü açıyor. Bu nedenle raporda geçen temel kavramlardan ve derneğinizin de ismi olan “mekanda adalet” kavramıyla söyleşimize başlayalım diye düşündüm. Mekanda adalet nedir?

B.B.: Mekanda adalet kavramı, en temelde toplumsal eşitsizlikler ile mekansal projeler, uygulamalar, kararlar arasında bir bağ kurulmasını sağlayan, ilişkisel bir okuma yapmaya işaret eden bir kavram. Yoksulluk, barınma, eğitim, sağlık, ayrımcılık gibi toplumsal adalete ilişkin tüm konuların mekânsal bir boyutu var. Örneğin gençlerin barınma imkanına erişememesi eğitim hakkının engellenmesine sebep oluyor. Kalkınma hedefiyle hayata geçirilen enerji projeleri coğrafyayı değiştirerek yoksul kırsal kesimin geçim araçlarının elinden alınmasına sebep oluyor. Ulaşım hatları ve araçları engelliler için erişilebilir olmadığı için engellilerin kentte bağımsız yaşam hakkı engelleniyor. Örnekler çoğaltılabilir. Özetlersek, hem kaynakların, hizmetlerin, mekânların, tehlikelerin adil bir şekilde dağıtılmasını hem de farklı mekânsal ihtiyaçları ve talepleri olan bireylerin ve grupların farklılıklarının tanınmasına dair bir boyutu var.

Mekansal müdahaleler, dönüşümler, projeler toplumsal yaşamı derinden etkiliyor. Toplumdaki her bireyin mekana erişimi ve mekansal olanakları adil olmadığı gibi mekansal ihtiyaçları da birbirinden farklı ve çeşitli. Mekana toptancı ve üstten müdahalelerin bu farklılığı ve çeşitliliği gözetmediği ise aşikar. Bu yüzden mekana odaklanmak sorunların, ihtiyaçların, taleplerin, mücadelelerin kesişimselliğini keşfetmeyi sağlıyor.

Biz MAD olarak çalışmalarımızda mekandaki dönüşümlerin yarattığı çeşitli adaletsizlikleri görünür kılmayı, farklı toplumsal grupların taleplerini ve ihtiyaçlarını, mekana erişim sorunlarını gündeme almayı hedefliyoruz. Disiplinlerarası bir yaklaşımı benimsiyor, nitelikli, yenilikçi ve kamusal bilgiyi biriktirip, üretip paylaşıyoruz.

Mekanda Adalet Derneği’ni 22 Haziran 2016 tarihinde kuruyorsunuz, o zamandan bugüne çok önemli çalışmalar yapmışsınız ve yapmaya devam ediyorsunuz. Örneğin 2021 yılında “İstanbul’da Kentsel Dönüşüm ve İyilik Hali” raporunuzda* İstanbul örneğinden yola çıkarak aslında deprem bölgeleri dahil tüm kentler için çok yararlı olabilecek bir kılavuz hazırlamışsınız. Aradan gecen üç yılda bu rapor çerçevesinde sizinle bağlantı kuran politikacılar veya yerel yönetimler oldu mu?

B.B.: Çok değerli bir soru, teşekkür ederim. İstanbul’da Kentsel Dönüşüm ve İyilik Hali başlıklı raporumuz MAD’ın gözlemleri, deneyimleri ve araştırmaları doğrultusunda İstanbul’daki kentsel dönüşüm pratiklerinin toplum sağlığında ve iyilik halinde yarattığı etkilere ilişkin bir okuma sunuyor. Olumsuz etkilerin ortadan kaldırılması, daha adil ve kapsayıcı kentsel dönüşüm süreçleri için politika önerileri ortaya koyuyor. Kentsel dönüşüm MAD’ın ilk kurulduğu yıllardan bu yana çalışma alanlarından biri. Dirençli kentler söyleminin omurgasını oluşturan kentsel dönüşümün bina yenilemeye indirgenmesi, süreçlerin gözden çıkarılabilir görülen kırılgan toplulukların ihtiyaçlarını ve taleplerini dikkate almaması, ekonomik yükün yurttaşın omzuna yüklenmesi, süreçlerin denetimsizliği ve şeffaf olmaması gibi birçok problem birikti ilk dönüşüm uygulamalarının gerçekleştirildiği 2000’lerin başından bugüne. Bunları bu rapor dışında da birçok platformda dile getirmiş, sorunlara çözüm geliştirmesi gereken karar alıcılara çağrılarda bulunmuştuk. Sadece biz değil elbette, Türkiye’nin farklı illerinde adaletsiz kentsel dönüşüm uygulamalarına maruz kalan yurttaşların yürüttüğü değerli mücadelelerle yıllardır sorunlar ve talepler dile getiriliyor. Bu raporun yayınlanmasının üzerine bir genel seçim ve şimdi de bir yerel seçim geçirdik. Ürettiğimiz raporu dikkatle inceleyip politikalarına entegre etmeyi düşünen olmuş mudur bilmiyoruz. Merkezi hükümetin uygulamalarında bir değişiklik olmadığını maalesef deprem sonrasında Antakya’da ilan edilen kentsel dönüşüm süreçlerinde gözlemleyebiliyoruz. 6 Şubat’ın ardından Cumhurbaşkanı’nın kentsel dönüşüm karşıtı mücadeleleri suçlulaştıran ve depremdeki yıkımın müsebbibi gösteren açıklamaları ise mevcut uygulamaların değişebileceğine yönelik olumlu bir işaret vermiyordu. Umuyoruz önümüzdeki süreçte diyalog ve müzakere kanallarını işletmeye hevesli yönetimlerle ve karar alıcılarla karşı karşıya gelebiliriz.

Çok haklısınız, sanırım bu umudu benim gibi sizinle paylaşacak olanlar çok fazla sayıdadır. Peki bir başka şekilde soracak olursam, Mekanda Adalet Derneği olarak çalışmalarınızın sonuçlarına baktığınızda amacınızın ne kadar yakınında veya uzağında hissediyorsunuz kendinizi?

B.B.: Her ne kadar politikaların değiştirilmesi yönünde çalışmalar yürütsek de bizim tek amacımız karar alıcıları etkilemek değil. Kırsal ve kentsel alanlarda adaletsiz politikalara karşı mücadele veren yerel inisiyatiflerin, derneklerin sesini büyütmek ve mücadelelerine destek olmak çalışmalarımızın amaçlarından bir diğeri. Bu, Karadeniz’de maden karşıtı mücadele de olabilir İstanbul’da kentsel dönüşüm karşıtı mücadele de. Çünkü tepeden inme biçimde sunulan çözümlerin yeterli olmadığını görüyoruz. Yaşadığımız mekana dair kararların tabandan mücadelelerin dile getirdiği sorunlar ve talepler görmezden gelinmeden, nitelikli katılım süreçleri esas alınarak verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla daha adil, ekolojik, demokratik kentsel ve kırsal alanların geliştirilmesi adına gerçekleştirdiğimiz çalışmaların somut etkisini hızlıca göremeyebiliriz, bunu amaçlamak da naiflik olabilir Türkiye koşullarında ama deneyimleri biriktire biriktire etki oluşturduğumuzu görüyoruz.

Sevgili Selma Karabey, MAD’in “kentsel iyilik hali” temel bakışı üzerinden yaptığı iki projenin* de danışma grubu içindeydiniz. Size de ilk sorumu kent ve sağlık alanlarının kesişim noktası olan bu kavram üzerinden sormak istiyorum; kentsel iyilik hali ne demek? İyilik hali ve sağlık bir ve aynıdır diyebilir miyiz? Bu konuyu biraz açabilir misiniz?

S.K.: İkinci sorunuzla başlayayım. İyilik hali ve sağlık kuşkusuz iç içe geçen, örtüşme alanları çok olan kavramlar. “TTB Tıp Dünyası” dergisinin okurlarının çok iyi bildiğini tahmin ettiğim, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) kuruluş yılı olan 1946 yılında taptığı tanım “Sağlık yalnızca bir hastalık ya da sakatlık olmaması değil bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir” der. Yani aslında iyilik hali sağlığın tüm bileşenlerinin iyi durumda olmasıyla ortaya çıkan durum, yani ideal sağlık durumu olarak da yorumlanabilir. Öte yandan DSÖ her ne kadar sağlığın yalnızca bedensel değil, psikolojik ve sosyal tüm bileşenlerine vurgu yapmayı sürdürse de küresel düzlemde uygulamada bu böyle olmadı. Tıp ve sağlık meslekleri eğitimlerini biyomedikal yaklaşım domine etti. Yani sağlığın bedensel boyutu -o da hastalık odaklı bir bakış açısıyla- ön planda oldu. Ruhsal bileşen yine hastalık odaklı olarak bir miktar varlığını korudu ancak sağlığın sosyal boyutu son 30-40 yıla kadar pek de gündeme gelemedi. Oysa günümüzden yaklaşık 175 yıl önce “Sosyal Hekimlik” akımının öncülerinden olan Rudolf Virchow sağlık ve hastalığın oluşumunda eğitim, gelir, barınma, beslenme gibi etkenlerin hayati rol oynadığını ve hastalıkların önlenmesi için alınması gereken sosyal önlemlerin en az tıbbi önlemler kadar önemli olduğunu ifade etmiştir.

DSÖ öncülüğünde önce 1978’de yayınlanan Alma Ata Temel Sağlık Hizmetleri Bildirgesi, arkasından 1986’da kaleme alınan Sağlığın Geliştirilmesi için Ottawa Şartı sağlığın sosyal belirleyicilerinin hükümetlerin gündemine alınması yönünde savunuculuk görevi üstlenmiştir. DSÖ son 15-20 yıldır “iyilik hali” (wellbeing) terimini sıkça kullanıyor. “Sağlık ve iyilik hali” diyor. Yani aslında sağlık ve iyilik hali birbirinden çok farklı kavramlar olduğu için değil ama sadece sağlık dendiği zaman iyilik hali gözden kaçıyor diye böyle söylendiğini düşünüyorum.

Toparlayacak olursam “iyilik hali” sağlığın ruhsal ve sosyal belirleyicilerine daha fazla vurgu yapan bir terim, ayrıca sağlığın kişi tarafından algılanan –sübjektif- boyutunu da içeriyor. İyilik halini oluşturan koşullar önce bebeğin istenen bir bebek olup olmamasıyla, hangi ailede dünyaya gözünü açtığıyla başlıyor. Ardından bebeğin sevgiyle sarmalanmış bir şekilde duygusal, fiziksel ve sosyal ihtiyaçlarının karşılanmasıyla devam ediyor. Bireyi hayata hazırlayan, nitelikli, erişilebilir bir eğitim alması, insan onuruna yakışır çalışma koşullarında çalışabilmesi, güvenli bir ortamda yaşaması, kendisini içinde yaşadığı toplumun bir parçası olarak hissedebilmesi, yani aidiyet duyabilmesi, çevresine katkıda bulunabilmesi vb. bir dizi koşul iyilik halini belirliyor.

Ülkemizde TÜİK verilerine göre nüfusun yaklaşık %80’i kentlerde yaşıyor. Yani kentsel alanların insanların sağlık ve iyilik hali üzerine çok önemli bir rolü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yukarıda sözünü ettiğim Ottawa Şartı’nda da sağlığın korunup geliştirilmesi için insanların içinde bulundukları, yaşadıkları, çalıştıkları, eğim aldıkları ortamların müdahale birimleri olarak ele alınmasının öneminden bahsetmektedir. Bu bağlamda DSÖ sağlığı geliştiren şehirler, okullar, hastaneler, işyerleri vb. bir dizi yaklaşımın geliştirilmesine öncülük etmiştir. Bunların her biri tek tek önemlidir elbette fakat ölçek olarak kentlerin bunların hepsini içinde barındıran daha makro ölçekli bir yapı olduğu düşünüldüğünde önemi daha da iyi anlaşılabilir. Fiziksel açıdan yani havası, suyu temiz, doğayla temas halinde hissetmemizi sağlayacak erişilebilir yeşil alanlara sahip, sağlıklı toplu taşıma olanakları sunan, içinde yaşayan etnik, sınıfsal köken, cinsel yönelim, engellilik vb açılardan birbirinden farklı insanların birbirinin varlığını bir tehdit değil, zenginlik olarak görerek bir arada barış içinde yaşayabileceği kapsayıcılıkta, kültürel-sanatsal yaşamı hem kollektif olarak üretebilmek hem de deneyimleyebilmek açısındandan erişilebilir fırsatlar sunan, yüzlerce yıldır insanlara yoldaşlık yapan başta kedi ve köpekler olmak üzere sahipli-sahipsiz canlıların da yaşam haklarını ve gereksinimlerini gözeten (bu liste daha uzatılabilir elbette) bir kent insanların iyilik halini kollayıp gözeten bir kent olur diyebiliriz.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) iyilik hâli parametrelerinden de yararlanmışsınız. Bu parametreler neler?

S.K.: Raporda daha detaylı bilgiler var ancak kısaca özetleyecek olursak OECD iyilik hali parametrelerini şimdiki ve gelecekteki iyilik hâli olmak üzere ikiye ayırıyor. Şimdiki iyilik hâli için şu boyutlara yer veriyor: Gelir ve Refah (Income and Wealth), İstihdam ve Nitelikli İş (Work and Job Quality), Barınma (Housing), Sağlık (Health), Bilgi ve Beceriler (Knowledge and Skills), Nitelikli Bir Çevre (Environmental Quality), Kişisel İyilik Hâli (Subjective Well-being), Güvenlik (Safety), Yaşam-İş Dengesi (Work-Life Balance),Toplumsal Bağlar (Social Connections), Toplum Katılımı (Civic Engagement).

Gelecekteki iyilik hâli için ise şu boyutlara dikkat çekiliyor: Doğa Sermayesi (Natural Capital), Ekonomik Sermaye (Economic Capital), Sosyal Sermaye (Social Capital), Beşeri Sermaye (Human Capital).

Biz de raporumuzda “Kentsel İyilik Hali”ni ele alırken bu parametreleri göz önünde bulundurduk.

Sizin de biraz önce hatırlattığınız gibi Dünya Sağlık Örgütü 1946’de sağlığı ruhsal ve bedensel iyi olma hali yanı sıra toplumsal yönden de tam bir iyilik hali olarak tanımlamış olmasına rağmen bizlerin sağlık profesyonelleri olarak toplumsal iyilik haliyle ilgili sorumluluklarımızın uzağına düştüğümüze inanıyorum. Sözüm siz halk sağlığı uzmanlarının dışındaki gruplara elbette. Acaba sağlığın toplumsal yanıyla bağlantısını ihmal ettiğimiz, ya da deyiş yerindeyse unuttuğumuz için mi TTB zaman zaman, hekimler tarafından da haksızca politik olmakla suçlanıyor? Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

S.K.: Bu sorunun yanıtına ilişkin ipuçları bir önceki soruya vermiş olduğum yanıtta bulunabilir. Özellikle 20.yüzyılın ikinci yarısında hastalıkların tanısı ve tedavisi alanında hızla gelişen teknolojiler ve bunların ticarileşerek çok karlı sektörlere dönüşmesi genelde sağlığı ve özelde tıbbı hastalık odaklı, biyomedikal bir alana sıkıştırdı. Bu gelişme elbette tıp eğitimlerini de şekillendirdi. Hekimler de kendilerini sadece hastalık tanısı koyma ve tedavi etme sorumluluğu olan bir mesleğin üyeleri olarak görmeye başladılar. Oysa bir hekimin sağlığı ve hastalık oluşumunu etkileyen kök nedenler konusunda da bilgi sahibi olması, her koşulda sağlığın savunuculuğunu yapması mesleğimizin en temel insani ve etik ilkeleri arasında yer alıyor. “Önce zarar verme” ilkesini günümüzde “zararlı olanın önlenmesi için elinden geleni yap, bunu mesleğinin sana sağladığı bilgiden, beceriden ve toplumsal güçten yararlanarak yapmalısın” olarak genişletmeye ihtiyacımız var sanırım. Aslında TTB’nin yapmaya çalıştığı şey tam da bu ilkenin hayata geçirilmesi için uğraş vermek diye düşünüyorum. Bu uğraşın çerçevesi-yöntemleri vb. ayrı başka bir tartışmanın konusu olabilir.

Evet çok haklısınız, DSÖ’nün sağlık tanımının gereği böyle bir yoruma, netliğe ihtiyacımız olduğu çok açık.

Sevgili Bahar Bayhan, Marmara depremi sonrasında Türkiye’nin ilk kiracı hareketi “Düzceli Kiracı Evsiz Depremzedeler Kooperatifi”nin 15 yıllık hak arama süreci sonunda inşa edilen, evleri yıkılan kiracı ailelerin planlama, tasarım ve inşaatında bizzat görev aldığı Düzce Umut Evleri gibi pratik uygulama sonuçları çok başarılı olan projelerin yerel yönetimler kadar toplum tarafından da benimsenip yaygınlaşamamasını neye bağlıyorsunuz?

B.B.: Konut sorunu Türkiye’de günümüzün en yakıcı gündemlerinden biri. Düzce Umut Evleri ana akım konut politikalarının yetersizliğini ve başarısızlığını vurgulayan, bunun karşısında yaşamaya elverişli konuta erişim için verdikleri mücadelenin kazanıma ulaşması sonucunda ortaya çıkmış bir proje. Bu mücadelenin ilham olması gereken birkaç yönü var. Birincisi, Marmara Depremi sonrasında yeşermiş, barınma hakkına yönelik uzun yıllara yayılmış bir mücadele olması. Bu deneyim bugün deprem bölgelerinde sürdürülen konut politikasının açmazlarını ortaya koymak ve nasıl bir mücadele yürütmeli sorusunu yanıtlamak için önemli bir birikim sunuyor. İkincisi, sürecin katılımcı ve gönüllü bir biçimde işletilmesi, konutun dört duvardan ibaret olmadığını, yaşanabilir bir çevre ihtiyacı ve talebini somutlaştırmış olmaları. Düzce Umut Evleri “Birlikte mücadele, birlikte tasarım” sloganıyla Bir Umut Derneği – Dayanışmacı Atölye’nin çağrısı üzerine bir araya gelmiş, mimari, planlama, inşaat mühendisliği, iletişim, sosyoloji, hukuk gibi farklı disiplinlerden akademisyen, öğrenci ve gönüllü yurttaşların oluşturduğu Düzce Umut Atölyesi’nin çabalarıyla katılımcı yöntemlerle tasarlanmış ve inşa edilmiştir. Üçüncüsü, Türkiye’de çoğunlukla kötü tecrübelerle hatırlanan konut kooperatifi deneyimini yeniden gündeme getirmiş olması.

Böylesine önemli bir tecrübenin adının sık anılmıyor olmasının bana kalırsa en önemli sebebi genel algıda “istisna” ve “alternatif” olarak kodlanması. Karar alıcılar çalışmanın ana akım konut politikalarına bir değişim yaratma potansiyeli olduğunu görmediği gibi ilham alarak bu tür pratikleri çoğaltma eğilimi ne yazık ki yok. Hala alışılageldik yöntemlerle konut sorununu çözmeye devam eden bir merkezi ve yerel yönetim anlayışı var Türkiye’de. Bu tekil pratikleri ancak ilham alıp çoğalttığımız ölçüde toplum tarafından benimsenebilecektir. Bu açıdan sivil toplum olarak biz talebimizi sürekli yineleyecek, karar alıcılardan da bu talebi muhatap almalarını ve değişime yönelik gerekli sorumluluğu göstermelerini bekleyeceğiz.

2021 yılında yayımladığınız “İstanbul’da Kentsel Dönüşüm ve İyilik Hali” raporunuzda* İstanbul’daki sürece dair tespitleriniz tam da deprem sonrası Antakya’nın durumunu yansıtıyor. Antakya’nın deprem sonrası yeniden kentleşme süreciyle ilgili düşünceleriniz neler?

B.B.: Deprem sonrası kentleşme çalışmalarındaki yaklaşımı maalesef çok sorunlu buluyoruz. Bu sorunun bir boyutu Türkiye’de merkezi ve yerel yönetimlerin kentsel mekanı toplumsal ilişkilerle birlikte kavramıyor, deprem sonrası iyileşme çalışmalarını bina inşa etmeden, insanları ev sahibi yapmaktan ibaret görüyor oluşu. Bir diğer boyutu da rant temelli patronaj ilişkilerinin bu yaklaşımı şekillendiriyor olması. En temelde depreme dair yaygın algının sorunlu olduğunu belirtmek gerekiyor. Depreme doğal afet gözüyle bakılıyor, ortaya çıkan hasarın kader olduğu düşünülüyor. Bu bakış açısı depremi afete dönüştüren kentleşme süreçlerinin gözden kaçırılmasına sebep oluyor. Öncelikle, depremlerde yaşanan yıkım kentler afete dirençli bir yaklaşımla kurgulanmadığı için oluşuyor. Deprem sonrasında kentlerin iyileştirilmesi çalışmalarının adil, demokratik, ekolojik ve şeffaf yöntemlerle planlanmaması depremle oluşan hasarın boyutunu katlıyor. Yaşadığı kentin nasıl bir yuva olduğunu anlatan ve bir kentin kaybının yasını tutan yurttaşların yaşadığı psikolojik travma kentleşmenin sadece birtakım uzmanların tekelindeki bir mühendislik işi olmadığının en büyük kanıtı. Bir gece cep telefonuna gelen bir mesajla mülksüzleştirildiklerini öğrenmeleri, kaybettikleri evlerinin yerine tek tip beton blokların inşa edilmesi, alıştıkları ve yuva bildikleri kentin yerine tasarlananlar hakkında şeffaf bilgiye sahip olamamak ve bu sürece müdahil olamamak hemen aklıma gelen sorunlar. Dolayısıyla kentler sadece yıkıldığı için değil üretilirken de topluma zarar veriyor. Bu hasarın bir de çevresel boyutu var. Yeniden inşa çalışmalarının ekolojik sürdürülebilirliği dikkate almaması, mevcut ekolojik dokuya hasar vermesi, ortaya çıkan hava kirliliği öne çıkan problemler arasında. Bütün bu sorunların temelde halk sağlığına yani iyilik haline yönelik tehditler olduğu gerçeğini dillendirmemiz gerekiyor. Depremin psikolojik hasarını atlatamamış bir toplumun bir de yeniden inşa çalışmalarındaki adaletsiz süreçlerle karşı karşıya kalması fiziksel ve ruhsal yönden sağlık sorunlarını tetikleyecektir.

Son olarak ikinize de aynı soruyu sormak istiyorum; “Kentlerde İyilik Halini Sağlamak İçin Rehber İlkeler” raporunuz “Kentlerde iyilik halini gündeme getirmek naiflik mi?” diye ironik bir soruyla başlıyor. Bu konuda yıllardır çalışan sizin gibi akademisyenlerin, uzmanların, meslek odalarının, sivil toplum örgütlerinin uyarılarının, raporlarının kamusal alana, karar vericilere, yerel yöneticilere ulaşamadığı günümüzde ben de doğrudan bir soru sormak istiyorum; Kentlerde iyilik halini gündeme getirmek için geç kalmadık mı? Ne dersiniz?

B.B.: Çok haklısınız. İyilik hali aşina olduğumuz bir kavram değil. Veya genellikle kişisel gelişime indirgeniyor. Halbuki iyilik hâli, toplumsal yaşamı sarmalayan koşulların sağlık üzerindeki etkisini anlamlandırmak adına kapsayıcı ve politik düşünülmesi gereken bir kavram. Genellikle “her şey bitti iyilik hâli mi eksik kaldı” gibi bir serzenişle karşılaşabiliyoruz ama zaten her şeyin temelinin iyilik hâli olduğunu unutuyoruz. Kaliteli ve onurlu bir yaşam sürdürmek için ihtiyaçlarımız var ve bu ihtiyaçların karşılanıp karşılanmaması, veya ihtiyacın da ötesinde kendimizi gerçekleştirebileceğimiz alanı bulup bulamamamız fiziksel ve ruhsal sağlığımızı etkiliyor. Kentlerde iyilik halini gündeme getirmemizin temel gerekçesi yerel yönetimlerin karar alma ve yönetim süreçleri kentlerde bu koşulları ne derece sağlayıp sağlamadığını tartışmaya açmak. Örneğin dirençli bir kent politikası ortaya koyamamak afetlerdeki can kayıplarının sebebi. Olumlu bir örnek verecek olursak, yoksulluk sebebiyle kültürel faaliyetlerden mahrum kalanlar için kültürel hizmetleri ücretsiz veya uygun fiyatla erişilebilir kılmak dezavantajlı toplumsal grupları güçlendiren bir uygulama. Kısacası kent politikaları ile iyilik hâlimiz arasında çok derin bir bağ var ve bu bağı görünür kılmak için hala şansımız var.

S.K.: Ben de Bahar gibi düşünüyorum. Öte yandan kentsel iyilik haline ilişkin belli kavramların netleşmesi ve uygulamaya geçebilmesi için sadece hizmetleri şekillendirip sunan yerel yönetimlerin, kamu kuruluşlarının değil, bu alana dokunan bir dizi disiplinin (şehir planlama, halk sağlığı, ruh sağlığı, sosyal bilimler vb.) çalışanlarının da bakış açılarının gelişip olgunlaşması gerekiyor. Üzerinde konuşup tartıştığımız kavramlar dünyada da çok eski değil. Dolayısıyla bu raporun ilgili kişilere sağlık ve iyilik haline kent perspektifinden nasıl yaklaşılacağına dair önemli ipuçları sunduğunu düşünüyorum. Şimdi yapmamız gereken her fırsatta trapordaki ilkelerin savunuculuğunu yapmak ve hayata geçmesi için uğraş vermek olmalı.

Çok haklısınız yerel ve merkezi yönetimler tarafından yalnız deprem bölgesinde değil İstanbul başta olmak üzere kentsel dönüşüm olan her yerde, ısrarla göz ardı edilen “kentsel iyilik hali”ni hepimize hatırlatan, bilgilendiren değerli çalışmalarınızın hayata geçmesi için bizlerin de yurttaşlar olarak bu raporlara sahip çıkmamız, uygulanmaları için uğraş vermemiz çok önemli.

Hem vakit ayırıp bu söyleşiyi yapma olanağı verdiğiniz için hem de en temel insan haklarından ve anayasal güvence altında olan sağlıklı bir çevrede yaşamanın değerini ve önemini gösteren, yeni bakış açıları veren çalışmalarınız için ikinize ve raporda** emeği geçen herkese çok teşekkürler.

Fotoğraflar: Demet Parlar

* https://mekandaadalet.org/program/kentsel-politika-raporlari/
** https://mekandaadalet.org/kentlerde-iyilik-halini-saglamak-icin-rehber-ilkeler-raporu/