Dr. Ercan Yavuz
TTB ODSH Kolu Üyesi
Türk Tabipleri Birliği’ne bağlı Olağandışı Durumlarda Sağlık Hizmeti Kolumuz 1992 yılında “Saddam Rejimi”nin kullandığı elma kokulu kimyasal gaz nedeniyle katledilen insanlar ve hayatta kalmak için ülkemize göç eden mülteciler zamanında kuruldu. Bu göç insan eliyle oluşturulmuş olağandışı duruma örnektir.
Deneyimlerimiz 99 depreminde – Gölcük depreminde çok fazla arttı ve TTB-ODSHK bilgi birikimini eylemde kullandığı gibi zaman zaman da akademik destek için kullanılır hale geldi.
“Afet” dediğimizde; deprem, sel, orman yangınları vb. doğanın toplum üzerindeki “dışsal-yıkıcı” etkilerini anlıyorsak… Bu tip doğa olaylarının da fiziksel dünya için “olağan” olduğunu beraberinde ifade etmek zorundayız. Bu “olağanlık” toplumlar tarafından “arızi bir durum” olarak karşılanırsa “afet” adını alır. “Arızi” ise; “dışsal, beklenmedik olandır.” O halde; ne zaman ki depremlerin, salgınların, orman yangınlarının bilgisine sahip olursak o zaman bu durumların “dışsal, beklenmedik” olaylar yani afetler olmaktan çıkacağının da bilincine varabilmemiz mümkün olacaktır.
“Afet” doğa ve toplum arasındaki ilişkide kriz aşamasındaki bir durumu izah etmek için kullanılıyor ise; diyalektik olarak “ayrı olmayanların ilişkisinden de söz edilemez” o zaman. Bu bilimsel yöntemi kılavuz edinerek yola çıkarsak; “insanın doğayla ilişki içerisine girebilmesi için önce ondan ayrılması gerekiyordu” diyebiliriz. Ve bu ayrılık-birliktelik çelişkisinin geliştirici devinimi içerisinde maddi varlığını yeniden üretmek için doğadan yararlanan insan, doğadan elde ettiği malzemeleri alet edevata dönüştürürken, doğayla ayrılığını ve ilişkisini de tekrar tekrar üretti. Bu doğaya dair bilincin başlangıç noktasıydı. Ve insanlık için bu bilince ulaşma serüveni hala devam etmektedir. Ki; TTB-ODSHK’nin da bu serüvene bir nebze katkısı sunması için söylüyoruz, yazıyoruz, eyliyoruz.
Deprem, sel, orman yangınları ve benzerlerini “arızi bir durum” olarak “afet” kavramı içinde tanımlayan akıl, doğayla kurduğu ilişkinin doğanın hareketleriyle değişebilir olduğunu ön göremeyen bir toplumun bilincidir. Ki sorunludur elbette. Doğa ile toplum arasındaki ilişkiyi, bir yanılsama ve bir çarpıtma olarak afet anında kuruluyormuş gibi görür/gösterir. Oysaki insan doğanın bir parçası olarak ve kendi bilincinden bağımsız olarak doğal nesnellik içerisindedir. Olan biten ise; doğa ile insan ilişkisindeki diyalektik ilişkinin açılımıdır. Yani: İnsanal doğanın ve doğal insanın tarihsel süreçteki zamansal ve mekansal biçim değişikliğidir.
Öyle değil midir ki; doğa insanın ilk avadanlığı iken toprağın kendisi de mülkiyetin ilk konusu olmamış mıdır? Yanıtını dikte eden bu sorudan sonra şunu rahatlıkla ve bilimsel olarak söyleyebiliriz: “Ancak doğa ve ekleriyle kurulan ilişki, mülkiyet ilişkisi biçimini aldıktan sonra mülkiyetin tarihi, doğayla toplumun kurduğu ilişkinin de tarihi halini almıştır.” Ve bu süreçte insanın doğayla ilişkisi-çelişkisi, sermayenin doğayla çelişkisi halini almıştır. Yine bu süreçte; sermaye çevriminin refah dönemlerinde doğayı ele geçirmenin tüm nimetlerini insanların ayaklarının altına sererken, kriz dönemlerinde insanların ayaklarının altındaki doğayı kontrolsüzce yıkar, yok eder. Sermaye mülkiyeti dışında bir parça toprak, bir santim gökyüzü, ulaşılmadık bir doruk, dere bırakmazken sözüm ona insanlık adına yaşamı çoğaltırken her gittiği yere ölümü götürür. Çünkü sermaye bir ilişki biçimidir ve insanın insanla ilişkisini eşyanın eşyayla ilişkisi olarak kuran bir biçimdir. Ve eşya dediğimiz şey yararlılık ifade eden dönüştürülmüş doğadan başka nedir ki? Eşyaya dönüşen/dönüştürülen doğa şimdi kendi özünde olmayan insandan ayrıştırılmış emeğin taşıyıcısı bir mülk haline gelmiştir. Bu durumda toplum mülk sahipleri ile mülksüzler olarak ikiye ayrılmışken; toplumun hareket yasaları da doğanın toplum üzerindeki etkilerini de ikiye böler. Artık “afet” aynı şiddette vurmazken varsıl ile yoksulu; doğal olaylar birinin hanesine ölüm getirirken diğerinin hanesine ise kar yazarak birinin krizini diğerinin fırsatına çevirir.
İlkel çağlarda insanlar afetlerde doğayı anlamadıkları/tanımadıkları için ölürlerken, modern zamanlarda ise toplumu, toplumun örgütlenmiş hali olarak siyasal ana yapıyı anlamadıkları için ölüyorlar. Ve ne yazıktır ki; çaresizliğimizin ve korkularımızın nedeni evimizin altından geçen fay hatları, hareket eden toprak değildir. Acılarımızın ve çaresizliğimizin nedeni içinde bulunduğumuz toplumsal yapıdır. Bu acılardan, çaresizlikten ve korkulardan kurtulmak için; cenderesine sıkıştığımız toplumsal ilişkilerden, söylemsel ve eylemsel olarak özgürleşmek gereklidir.
İşte o özgürleşme halidir ki, ancak; üretici güçlerin gelişimi ile doğanın güçleri arasındaki ritmi ve ahengi aynı anda yakalayacaktır. Doğanın hareketleri “afet” tanımı içinde baş edilmesi gereken zorluklar olmaktan çıkacak toplumsal hareketin kendisi haline gelecektir. Ve o çağın toplumu devleti sorgulayıp sönümlenmesi gerektiğini anlamlandırmaya çalışırken; “bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre.’”
Peki yukarıda tanımladığımız “varılması gereken noktaya kazıkları çakıp, kılavuz hattımızı çekerken “Bugünden yarına; afet sırasında devletin görevi nedir?” diye gelen bir soruya verilecek yanıtımız nedir? Bugünden başlarsak: “Aslında sınıflı toplumlardaki devlet olağan durumlarda ne yapıyorsa, afetlerde de aynı şeyi yapıyor.” diyebiliriz. Çünkü devlet tarafından “afet” denilen şeyin kavramsal ve yaşamsal karşılığı aslında sınıflı toplumlarda sermaye üzerine yaptığı yıpratıcı etki kadardır. Ve bu boyutuyla; sınıflı bir toplumda devlet, “afet”in sermaye üzerindeki yıpratıcı etkisini nasıl toplumsallaştırabilirim derdine düşer. Ki burada “devletin sermayenin kolektif temsilcisi” olduğu ayan beyan ortadadır artık.
İşte burada; “doğuştan bir hak” olarak değil de toplumsal/sınıfsal mücadeleler içerisinden doğru kazanılmış “sağlık hakkı” önemli bir alan işgal ederken; devletin yapısına dair teorik açılımımızı ve mücadele ile müzakeremizi nasıl yapılandıracağımız önemli oluyor.
Aslında kapitalizmin tarihsel gelişimi içerisinde yıkılmış bir “sosyal devlet” de “sağlık hakkı” dört temel kategoriye ayrılırken (1. Koruyucu sağlık hizmetleri, 2. Geliştirici sağlık hizmetleri, 3. Rehabilite edici sağlık hizmetleri, 4. Tedavi edici sağlık hizmetleri.) ve tüm bu hizmetlerin erişilebilir, nitelikli, ücretsiz olması ise “sosyal devletin” görevleri içerisindeyken… Devlet bu olma/olması gereken durumu çoktan terk ederek bize bir gerçeği hatırlattı: “Sosyal devletin ruhunu çağırma davranışına girmeyin, Nil nehrinde Volga gecelerinin hayallerini kurmayın”.
Çünkü artık tüm metalar gibi sağlık üretim metası da piyasadadır! Buna denk gelen bir söylem, 2000’li yılarda Dünya Sağlık Örgütü adresinden doğru, Birleşmiş Milletler Kürsüsü’nden ve küresel sermaye sözcüleri tarafından zaten söylemişti: “Sağlık bireysel bir sorundur” ve sağlık hizmetleri piyasadan satın alınabilir/alınmalıdır.
Ve bu piyasanın büyüleyici etkisi, devlet eliyle depremde açılan yaraların onarılmasında çare olarak sunulurken (arama-kurtarma çalışmalarında bir an önce suç unsurlarını ortadan kaldırmak için irili-ufaklı sermaye, içinde insan ve diğer canlıların olduğu bina hafriyatlarını kaldırıp yerine sermayenin krizi fırsata çevirdiği binalar yapımına çağrılırken); “devletin boşalttığı alanlar” da çaresiz kalan insanlara yardıma giden, toplumsal duyarlılığı olan yapılanmalara sermayenin kolektif temsilcisi olan devlet engel olmuştur.
Ancak tüm engellemelere rağmen; teorik olarak reddettiğimiz fakat pratik olarak teoriyi sorgulatan/yeniden gözden geçirmemizi sağlayan bir duruş da tarafımızdan “boşaltılan alanlarda” mümkün olduğunca gerçekleştirilmiş bir praksistir.
Bu etkinliklerimizin tamamını TTB-ODSH Raporu şeklinde TTB internet sitesinde bulabilirsiniz.
Sevgi ve dostlukla…
Not: Dr. Gültekin Akarca, TTB-Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı: 76, Sayfa: 3-7 “Afet ve Devlet” yazısından ve Dr. Levent Koşar’ın görüş ve katkılarından yararlanılmıştır.