Zihniyet Bu, Durum Bu; Sosyal İyilik Olmadan Psikolojik İyilik Mümkün mü?

Gündem

(Lancet’te çıkan bir yazının düşündürdükleri)

Demet Parlar

“6 Şubat depremiyle 3 milyondan fazla kişinin Türkiye içinde yerinden olduğu tahmin ediliyor, bu insanlar sevdiklerini, evlerini, geçim kaynaklarını ve aidiyetlerini kaybettiler, kolektif kimliklerinin ve kültürel miraslarının temelleri hırpalandı.” (1)

Hatay’da, 6 ve 20 Şubat depremleri sonrası barınma sorununun “hızla” çözülmesi gerektiği gerekçesiyle yaratılan ekolojik yıkım, ekokırıma* dönüşerek giderek derinleşiyor. Sıkça söylenildiği gibi Antakya ve Defne devasa bir şantiye gibi.

Bu şantiyelere beton sağlamak için Samandağ ve Antakya’da yaşam alanlarının ortasına beton santralleri açılıyor, bu santrallerin sessiz ve dumansız çalışması mümkünken aksine insan sağlığına ve çevreye ciddi zararlar verecek şekilde gürültüyle tozu dumana katarak, ciddi bir hava kirliliğine yol açarak çalıştırılıyorlar. Gene inşaatlar için hesapsızca açılan taş ocakları dinamitlerle su kaynaklarını, şelaleleri, Amanosların zengin biyoçeşitliliğini yok ediyor, etrafa korku ve tedirginlik yayıyor. Harbiye Dekuk şelalesi, taş ocağı dinamitleriyle zarar görüyor; Antakya’nın tek yeşil alanı Atatürk Parkı’nın yanı başında devasa bir beton santrali çalışıyor; Samandağlıların tüm haklı karşı çıkışlarına rağmen bir ilkokulun çok yakınında, üç mahallenin ortasında, seraların ve endemik kaplumbağaların yaşam alanlarının dibinde yer alan ruhsatsız beton santrali, belediyece mühürlenmesine rağmen çalışmaya devam ediyor. TOKİ’ler için açılan yollar üzerindeki yüzlerce yıllık zeytin ağaçları sahiplerinin haberi olmadan sökülüp yok ediliyor, tarım alanlarının, meraların üzerine beton asfalt dökülüyor (2, 3, 4, 5, 6, 7).

Depremin yok edemediğini; umutlarımızı, doğamızı, geçim kaynaklarımızı, kültürel bağlarımızı siyasal iktidarın desteği ile hızlandırılmış sermaye birikim süreci yok ediyor. Afete dönüşen bu doğa olayının gösterdiği en önemli şeylerden biri devletin kamu hizmetlerini yerine getirmeyip, sermayenin taleplerini ön planda tutması, molozların kaldırılma sürecinden itibaren sermayenin doğayı ve çevre sağlığını yok eden hoyrat ve zalim aceleciliğine izin vermesi oldu.

“Bir zaman önce St. Pierre kilisesi uzun bir süre kapatılmıştı. Çünkü devamlı olarak üst kısımlardan taşlar düşüyordu. Sebebi tahmin ettiğiniz üzere dağın diğer tarafındaki taş ocakları. Kilisenin hemen arkasında da demir kapı var. 2000 yıllık tarih bunlar. Onlarca mağara falan. Ama şehrin içindeki dağlarda dinamit patlatmaya devam. Çünkü lojistik maliyeti az oluyor. Zihniyet bu.” Bir Antakyalı dostumun ifade ettiği gibi zihniyet bu, durum bu.

Şu sıralar Antakya-Defne’de, Samandağ’da beton santrallerinden, taş ocaklarından çıkan dumanlara rezerv alan ilan edilen bölgelerdeki binaların yıkımının yarattığı toz duman karışıyor. Beton mikserleri, kepçeler, yüksek tonajlı kamyonlar bozuk yollarda, yolları daha çok bozarak deyiş yerindeyse cirit atıyor. Bu tehlikeli yollarda servis araçları yetersiz olduğu için öğrenciler otostop yaparak kurslarına okullarına gitmeye çalışıyor. Antakya’da gözlerde gördüğüm umut pırıltılarını gölgeleyen hüzün bulutları, sesini duyuramamanın verdiği bıkkınlık, yorgunluk ve öfke sanki her gittiğimde daha da artıyor.

Barınma sorununun çözümünün yalnızca bina yapmak olmadığı, yüzde 85’i yerle yeksan olmuş bir şehrin ayağa kalkmasının, iyileşmesinin ancak insanlarıyla birlikte, sağlıklı bir çevrenin, sosyo-ekonomik sorunların çözümünün sağlanmasıyla mümkün olduğunu görmezden gelen bir yönetim anlayışının yarattığı bir psikolojik yıkım da var depremden en çok hasar gören Antakya-Defne’de, Samandağ ve Kırıkhan’da.

Tüm bu büyük yıkıma, eğitim ve sağlık alanındaki büyük sorunlara, temiz suya erişim ulaşım, güvenlik, elektrik gibi alt yapı eksikliklerinin devam etmesine rağmen hak arayış taleplerinde yeterli katılım ve desteğin olmadığını izlemek ya da hem işçilerin hem sokaklarda toz duman içinde dolaşan insanların maske kullanmıyor oluşu, bu kirli havada çocukların oynamasına izin verildiğini görmek çok düşündürücü. Bazı yanlışların ısrarla devam etmesi insanda bir süre sonra normal algısını değiştiriyor galiba. Sosyal psikologların tanımıyla Hatay’da giderek “öğrenilmiş çaresizlik” hali yaygınlaşıyor, insanında, hayvanında hatta dilleri olsa çok şey anlatabilecek olan zeytin ağaçlarında, derelerinde, taşında, kayasında.

Oysaki DSÖ’nün “Kentlerde İyilik Hâlini Sağlamak İçin Rehber İlkeler” raporu, yerel yönetimlerin kent politikalarını toplum sağlığı ve iyilik hâli odağında şekillendirmelerine yardımcı olacak 15 rehber ilke sunuyor; Katılım ve Müzakere, Kullanım Hakkı, Kamu Yararı, Ekoloji Perspektifi, Toplumsal Cinsiyet Perspektifi, Kapsayıcılık ve Çoğulculuk, Topluluk ve Dayanışma Temelli, Hak Temelli, Bütünleşik, Erişilebilirlik, Sürdürülebilirlik, Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik, Eşitlik ve Birlikte Yaşam, Onarıcı ve Dirençli (8). Hatay yeniden ayağa kaldırılırken bu ilkelerin hangileri dikkate alınıyor, sorusu takılıyor aklıma. Yanıtı şehrin kendisi veriyor aslında. Ve TARDE’nin Lancet’te çıkan yazısı;

Depremden sonraki ilk günlerden itibaren 11 ilde psikolojik destek ve tedavi çalışmalarını yürüten Travma ve Afet Ruh Sağlığı Çalışmaları Derneği’nin (TARDE) Lancet dergisinin Nisan 2024 tarihli sayısında yayınlanan yazısı; deprem bölgelerinde sosyal çevrenin durumuyla ruh sağlığı arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor, tedavi ve iyilik hali için olası riskleri tüm açıklığıyla ortaya konuyor;

“Temel hizmetlere erişim (barınma, temiz su, hijyen malzemeleri ve güvenlik gibi) depremlerden etkilenen bireyler için en büyük zorluk olmaya devam ediyor. Sosyal, maddi ve psikolojik kaynakların kaybı ruh sağlığı sorunlarının sıklığıyla yakından ilişkilidir: Depremlerden etkilenen yaklaşık dört kişiden biri travmayla ilişkili ruh sağlığı sorunları geliştirme riski altındadır ve etkilenen topluluklar olaydan yıllar sonra bile gündelik yaşamlarını etkileyen ağır ruh sağlığı sorunları yaşamaya devam eder (1).

Temel ihtiyaçlara ve sosyal hizmetlere yetersiz erişim, psikososyal desteğin etkili bir şekilde sunulmasını zorlaştırır. Sosyal ağların ve toplum desteğinin kesilmesi ve kültürel kaynakların kaybı (örneğin, tarihi yerlerin tahribi ve hafıza mekanlarının kaybı) insanların hayatlarındaki en derin stres faktörleri arasındadır ve toplumun psikolojik iyileşmesini tehlikeye atar (1).

TARDE uzmanları yazıda ayrıca ruh sağlığı uygulayıcıları olarak aidiyet duygusunu, kimliğin sürekliliğini ve kolektif iyileşmeyi teşvik etmek için toplumsal bağları güçlendirmek ve yerel gelenekleri sürdürmek (örneğin, ağıtlar söylemek ve kayıpları anmak için tütsü yakmak) için toplum temelli faaliyetlere odaklandıklarını ancak güvenlik, emniyet ve bağlılık duygusunun yeniden oluşturulması, mali ihtiyaçların karşılanması sağlanmadan kanıta dayalı tekniklerden veya yaklaşımlardan hiçbirini başarılı bir şekilde uygulayamayacakları acı gerçeğini hatırlatıyorlar (1).

Özetle kentsel iyilik halini sağlayacak, sağlıklı ve güvenli bir çevre, ilişkileri destekleyen sosyal olanak ve ortamlar yokken bu büyük travmanın yaralarının başarılı bir şekilde tedavi edilmesinin mümkün olmadığı sonucu çıkıyor kanısındayım. Psikolojik iyilik halini sağlamak için yıkımın sosyal etkilerinin de iyileştirilmesi, eğitim ve sağlık olanaklarının normalleşmesi, okulların, hastane ve sağlık kuruluşlarının açılması, sağlıklı bir çevrede ulaşımın sağlanması, temiz suya erişim, elektrik, internet gibi alt yapı sorunlarının çözülmesi, yereldeki esnafın finansal ve mekansal açıdan desteklenmesi büyük önem taşıyor.

Peki o zaman iki yıla yaklaşan zamana geri dönüp bakınca yukardaki koşulların hiçbirinin mevcut olmadığını TTB’nin 18. ay raporu da (9) TARDE’nin Lancet’teki yazısı gibi ortaya koyarken ve raporların ötesinde Antakya-Defne, Samandağ ve Kırıkhan insanıyla, zeytin ağaçlarıyla, şelaleleriyle mevcut durumun daha da kötüye gittiğini tüm çıplaklığıyla anlatırken, deprem bölgesinde gerçekleşmesi beklenen sosyal hizmetlerin yerine getirilmemesi, ister istemez devletin sorumlu olduğu kamu hizmetlerini neden gerçekleştirmediğini, neden yeteri kadar kamu kaynağını aktarmadığını sorgulamamızı gerektirmiyor mu? Devlet gerçekten kamusunu yitirdi mi? (10)

1 – Kurt G., Erşahin M, Aker T.A, Uygun E., Acartürk C, Mental health and support 1 year after the earthquakes in Türkiye, The Lancet Psychiatry , Volume 11, Issue 4 p245-246 April 2024
2 – https://www.gazeteduvar.com.tr/800-donum-mera-tas-ocagi-yapildi-issiz-kalan-ciftci-sofor-oldu-haber-1721466
3 – https://www.hataygazetesi.com/ilce-haberleri/dekuk-selalesi-artik-yok
4 – https://www.sozcu.com.tr/yuz-yillik-dekuk-selalesi-kontrolsuz-patlatma-sonucu-tahrip-oldu-p84962
5 – https://medyascope.tv/2024/08/31/hatayda-yasadisi-faaliyetini-surduren-beton-santrali-tum-yasama-tehdit-savuruyor/
6 – https://www.sovtna.net/beton-santraline-yonelik-basin-aciklamasi-11957-haberi#google_vignette
7 – https://www.gazeteduvar.com.tr/antakyanin-tek-yesil-alaninda-beton-santrali-istemiyoruz-haber-1716716
8 – https://mekandaadalet.org/kentlerde-iyilik-halini-saglamak-icin-rehber-ilkeler-raporu/
9 – https://www.ttb.org.tr/deprem/
10 – Ercan Fuat, Yaşanan Depremden Yaşanacak Depreme Kamusunu Kaybetmiş Devlet (Devlet, Kamu ve Cumhuriyet) – I” İKTİSAT Dergisi, 2024, Sayı 546.

* Ekokırım (Ecocide /ing): Belirli bir doğal çevrenin tehlikeli insan faaliyetleriyle yok edilmesi, çevreye ağır zarar veren eylemler. Haziran 2021’de Stop Ecocide Foundation (Ekokırımı Durdurun Vakfı) tarafından ekokırım bir suç olarak tanımlandı; “Çevreye ağır ve geniş çapta ya da ağır ve uzun vadeli bir biçimde zarara yol açmasının kuvvetle muhtemel olduğunun bilincinde, yasadışı veya keyfi olarak işlenen fiiller ekokırım suçunu oluşturur. Bugün Ekokırım suçu, savaş suçları, saldırı suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırımın ardından beşinci ‘uluslararası suç’ olarak kabul ediliyor.

Videolar: Samandağ Ekoloji Platformu
Fotoğraflar: Demet Parlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Güvenlik Kodu * Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.