Öykü: Denizin Kıyısında – Akın Yazıcı

Kültür-Sanat

Akın Yazıcı

 Selami ile dalgakıranın en ucunda taşların üzerine oturmuş konuşuyorlardı. Issızdı ortalık. Yüzleri denize dönük, yüzlerinde denizden yansıyan ışık, ikisinin de uzak bakışlı gözlerinde mavi bir hüzün. Mavi bir sessizlikti deniz. Sessizliği Selami bozdu.

-Hiç yalnız kaldığın oldu mu?

-Çok…

-En çok ne zaman?

-Etrafım insanlarla dolu iken…

-Anlamadım, nasıl yani?

-Kalk gidelim.

Güneş bulutların arasından sıyrılmış, ufukta deniz ve göğün ayrılmaz gibi durduğu yerde mavi kızıl, eflatun bir renk cümbüşü başlatmıştı. Yürüyorlardı. Kumda ayak izleri ıslak, gölgeleri sağ yanlarında uzamış.

-Bak; hayat deniz gibidir. Böyle mavi ve kıpırtısız uzanırken ne kadar güzel değil mi? Ya fırtınada, işte o zaman benzer asıl hayata. Ve işte asıl o zaman görmek istersin yanında adamları…

-Bak Selami; sağlıklıysan bir yerde iyidir uzun yaşamak, iyidir de…

-Yani…

-Yanisi, sevdiğin her şey er ya da geç birer birer yok olur gider gözlerinin önünde, sevdiklerin, her şey… Sevdiğin her şeyi yitirirsin gün gelir. Kalırsa bir tek sevgileri kalır seninle, bir de içini yakan anıları.

Sen çaresizlik nedir bilir misin Selami?

– Amma yaptın be usta. Bizim hayatımız çaresizlikle boğuşmakla geçiyor.

-Onu demedim. Hani deniz hayat gibidir dedim ya, işte o. Bir zamanlar içindesindir hayatın, yani denizin, gün gelir karaya çekilmiş bir sandal gibi kıyısından izlersin. Kumlardaki ayak izleri de silinip gider gün gelir, yitirirsin her şeyi. Buna dayanabilir misin?

Neyse boş ver. Yitirsen de her şeyi sevgi varsa eğer, o başka bir şekilde mutlaka sana geri döner.

-Usta var ya, sen benim kafamı karıştırmak için varsın sanki. Zaten hasarlı başlamışız bu boktan hayata, bu kırık yaşama…

-İyi ya işte, yaşama yaralı başlamak daha sonraları karşılaşılması kaçınılmaz olan yaralanmalara dayanma gücü verir adama.

-Yani…

-Hiç işte Selami.

Kumda uzadı gitti ayak izleri. Martı çığlıkları kapladı ortalığı, açıktan geçen bir motorun pata pataları bir de. Sular, iyiden iyi maviden, laciverte ve giderek eflatuna döndü, bulutlarda.

Selami önündeki boş bira kutusuna bir tekme savurdu. Kedinin biri koşturdu ardından gürültünün. Sağa döndüler. Gölgeleri önlerine düştü, uzadı. Kimseler görünmüyordu ortalıkta. Yaz uzamış bitiyordu. Sesleri uzaklaştı…

-Hadi gel iki tek atalım Topal’ın orda. Yarım aklımı karıştırdın iyiden be usta.

Necati Bey’in uzayan kahkahası sönüklendi. Usta diye bilirlerdi onu. Emeklinin biriydi, sonradan gelip yerleşme. Ama ne yapar, ne eder bilmezlerdi. Bir de bu ayyaş Selami’de ne bulduğunu…

Pencere aralık kalmıştı. Martı çığlıkları ve ışık doldu odaya. Bir de denizin kokusu. Hafif sabah esintisi tığ işi örme perdeyi yavaştan dalgalandırıyor, küçük dalgacıkların oynaşmasında kırılan güneş ışıkları perdenin üzerindeki kuş motiflerini karşı duvara düşürüyordu. Kuşlar sanki bir mavi ışık denizinde dalgalanır gibi yüzüyorlardı karşı duvarda.

Uzaklarda bir yerde telefon acı acı çalıyordu. Fırladı kalktı yataktan adam.

-Babanız, şeker komasında. Bir merkeze nakletmek lazım, gelseniz iyi olur.

Selami kumsala çökmüş, başı ellerinin arasında hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. İleride evin önündeki ambulans hareket etti. Siren sesi martı çığlıklarını bastırdı.

-N’oldu lan ayyaş, ne ağlıyon?

-Hiç işte…

***

Bir koyu karanlıktı. Sonra bir ucundan nokta gibi belirdi ışık. Uzadı. İkiye böldü karanlığı. Yırttı. Açıldı, aydınlandı. Mavilik kapladı sonra. Dalgalandı. Bulut geçişi gibi bir mavilik. Gökyüzü müydü? Değil. Kokusu geliyordu, bildik. Deniz olmalıydı. Sesi duyulmuyordu ama evet, deniz olmalıydı. Deniz…

Perde aralığından süzülen ışık gözlerine düştü. Kırpıştırdı, açtı gözlerini. Dilinde kekremsi bir tat. Yuvarlandığı derin, karanlık bir kuyudan ışığa çıkmış gibiydi. Nefes nefese, halsiz. Kulaklarında serum şişesinin damlalığına düşen damlaların sesi ve sanki bir deniz uğultusu…

Monitörde hızlanan yeşil noktacığın sıçramalarını izleyen hemşire koştu odanın kapısını açtı. Büyüyen gözlerinde sevinç pırıltıları, bakışları adamın mavi gözlerine dikildi.

-Neredeyim, kaç gün oldu?

-Şükür gözlerinizi açtınız, doktor beye haber vereyim.

Dışarıda tatil gününün tenhalığında, iki taraflı gür yapraklı ilk yaz ağaçlarının gölgelediği yola bakan balkon penceresi önünde çaylarını içiyorlardı.

-Artık seni bırakmayız tek başına dönmeye. Ciddi bir durumu atlattın. Titizlikle takibi gerekli sağlık sorunların var. Burada bizimle kalırsın.

-Bak oğul; bu yol var ya, nereye çıkar bilir misin?

-Ne demek şimdi bu?

Başıyla dışarıda dümdüz uzanıp giden yolu işaret ediyordu. Devam etti.

-Her yol bir yere çıkar. Benimki denize. Her yol biter bir yerde. Denize çıkan bitmez. Çünkü sonsuzluk gibidir deniz. Bazı yolların sonu karanlıktır. Denize çıkanın ki ise mavi…

-Ya baba; ilaçların, perhizin, kontrollerin, nasıl olacak. Hem nasıl tek başına…

Lafı ağzından aldı.

-Ölmekten değil mi? Neden korkayım. Yaşamaktan korkmadım ki ölmekten korkayım. Hem Hatice Hanım var. Çekip çevirir her şeyi. Bir iki gün toparlanayım. Telefon ederiz evi temizler, öteberi alır. Sonra yoluma ben…

Uzun bir gecenin karanlığını geride bırakmış uykulu otobüs, günün ilk ışıkları ile belirginleşen sık ekimli muntazam zeytinlikler içindeki virajlı yolda hızını düşürmüş ilerliyordu. Yavaştan dönerek geriye savrulan görüntü içinde anılar, eskiden yeniye tersine bir değişimde yer değiştiriyordu. Son rampayı tırmanıyordu otobüs şimdi. Tam tepe noktada, biliyordu, görünecekti. Heyecanlandı. Yer yer bulutların arasından sıyrılan güneşin ışıklarının düştüğü yerdeki kırılan renk geçişlerinde deniz, ebruli bir yaşmak gibi yayılmış, dümdüz uzanıyordu. İçinde hoyrat bir sevinç kabardı…

Bahçe kapısını açtı, girdi. Bıraktı elindeki bavulu. Sırdaşı, dostu evin dört bir yanında sevgi dolu bakışları dolaştı; döndü çiçeklikteki delidivane rengarenk açmış sardunyaları okşadı. Evin içi arap sabunu temizliğinde mis gibi kokuyordu. Geldi, tığ işi örme perdeyi çekip pencereyi açtı. Deniz doldu içeriye. Ayakta kıpırtısız denize daldı öylece. Biliyordu. Bu son denizdi.

Mendireğin ucunda balık tutuyordu bir süredir. Sese döndü.

-Lan Selami, haberin yok mu, Necati Bey geldi.

Bakışlarını heyecanla kumsalın sonundaki tek katlı eve çevirdi. Fırladı ayağa kalktı. Oltayı fırlattı attı denize. Bir koşu tutturdu sevinci hızının önünde pırpırlanan.

-Ne koşuyon lan ayyaş?

-Hiç işte…

Yukarıda bulutlar, denizin üstünde ışıklar, içinde balıklar, ilk yazın renkleri koşturuyordu açan rengarenk bin bir çiçekte, yamaçlarda açık bir ot yeşili toprakta. Toprağın altında börtü böcek, karıncalar koşturuyordu.

Zaman mı, geri dönüşümsüz akıyor, koşturuyordu insancıklar sonu bilinmez, nerede biter bir yolda…

***

Dinmişti günlerdir doludizgin, delice yağan yağmur sonunda. Aralık perdeden görülen deniz, sonbahar güneşi altında ufuk çizgisine asılmış kıpırtısız toz mavi bir tül gibiydi sanki. Kaç zaman geçmişti hastanede yatıp çıktığından bu yana. Raftaki ilaçlarına takıldı gözü. Günde kaç tanesini içiyordu? Göbeğinin yan taraflarında karın derisinde inceden bir sızı hep insülin iğnesi yapmaktan. Canı sıkılıyordu; nedensiz. Bıkmıştı…

Hep iğneden iplik geçirme zorluğu ve titizliğinde, hep doğruluğun eğilip bükülmezliğinde, bazen zararına, getirisinin kabulünde bazen ve şimdi titreyen ellerinin ve keskinliği azalan kataraktlı bakışlarında aynı inatla sürdürülen bir yaşamın kaçınılmaz kuş uçmaz tenhalığındaki günlerde tek sığınağı sırdaş maviliğiydi denizin… Kalktı. Telefonu aldı. Gitmişti temizlikçi kadın.

-Selami, mendirekte buluşalım mı? Sen oltaları getirirsin.

Giyindi. Açık pencerenin önünde bir süre durdu. İçine çekti bildik deniz kokusunu. Mavi ışıltılarla yıkanan deniz gülümser gibiydi. Kapattı camı; deniz kokusu içerde kaldı. Perdeyi çekti. Kuş motifli tığ işi perdenin gölgesini karşı duvara düşürdü güneş ışıkları. İki kuş duvarın açık mavisinde uçar gibi dalgalandı… Döndü; gözüne kitaplık raflarındaki üst üste dizili ilaç kutuları çarptı. Yüzünü buruşturdu. Şeytan diyor ki…

Islaklığında renklerinin bahçedeki bir dizi sardunya ılık sonbahar güneşinin altında canlanmışlardı, ebruli. Bahçe kapısını kapattı. Çıktı. Yaz kalabalığı çekilmişti. Tek tük gelip geçenler, sağ yanda perdeleri çekilmiş, pancurları bir dahaki yaza açılmak üzere terkedilmişliklerine kapanmış evler. Bir tül gibi dalgalanan sessizlik ve insanın sırtını ısıtan müşfik bir el gibi martı kanatlarında bir pastel güneş…

-Midyeyi oltaya dolayarak bir kaç kere iğneden geçirerek sağlama al. Kaptırma hemen.

-Tamam Selami. Nasılsın?

-Hiç işte…

Seviyordu bu balık tutma işini. Unutturuyordu ne varsa kısa bir süre için. Koşuşturma bitiyordu kafasının içindeki. Misina işaret parmağı üzerinde beklerken kendisiyle konuşmayı da. Zaten hep yaptığı bir işti bu son zamanlarda. Selami dersen pek konuşmazdı zaten…

Ortadaki plastik deniz suyu dolu kova kimi beyaz karınları yukarı dönüp terslemiş hareketsiz, kimi göğüs yüzgeçlerinin tembel hareketleriyle yanlamış yüzmeye çalışan yaşamın kıyısında bir istavrit, izmarit, istrangülos ve tek tük çinekop kalabalığıyla neredeyse dolmuştu.

-Hadi gidelim Selami, yeter bu kadar. Topal’ın oraya gideriz. O balıkları pişirir bol salata…

Misinaları sardılar. Selami suyunu boşalttığı kovayı aldı. Döndüler. Önlerine düştü gölgeleri, arkalarında bir kedi kalabalığı. Mendireğin ucunda bir dizi tünemiş alev kanatlı suskun martı. Kızıl bir duman gibi yavaştan çöküyordu akşam…

-Başka içmesen, ilaçların…

-Biliyor musun, hayatımın büyük bir bölümü yaşamak istediklerimi aramakla geçti.

-Benim ki de var olanları yaşamakla.

-Nasıl yani Selami.

-Hiç işte. Nasıl yani filan bilmem. Bak usta; yaşamak istediklerin bir hayaldir, aradıkların. Yaşadıkların ise gerçek; buldukların. Yaşamak istediklerin bir beklenti aynı zamanda. Hayatı olduğu gibi, fazla kurcalamadan yaşamayı seçenler fazla beklentisi olmayanlardır. Kayıplara katlanmayı bilenlerdir kırgınlıkları yıkım olmayanlar. Onlar yaralarına tütün basmayı bilirler. Sonu nereye mi çıkar, işte o senin aradığın yere. Fark nerede mi? Sen düştüğünde canın çok yanar, biz alışkınızdır. Çoktan kalkmışızdır senin düştüğün yerden. Sen bağırırsın düştüğünde, biz içimize susarız…

Necati Bey şaşkınlıktan açılmış, irileşmiş gözleriyle öylece bakıyordu Selami’nin yüzüne. Bu bilgece lafları nasıl söylediğinin şaşkınlığı içindeydi. Aslında onu tanıdığını sanıyordu. Yanılmıştı, oysa ilk kez açıklığı ile görünür olmuştu gözünde. Ve bazı insanlar deniz gibi diye düşündü, derinliklerine bakmadan saklı olan bilinmezlikleri ve güzellikleri görünmüyordu.

-Tuhafına gitmezse sana ilk kez bir şey soracağım.

-Sor.

-Ne iş yapardın sen?

-Hiç işte. Bazen bir bedel ödersin dünyalara değer. İşte öyle…

Kalktılar. Anason kokusu dağıldı. İyice tenhalaşmıştı ortalık. Necati Bey’in düşüncelerinde koşuşturan bir kalabalık. Gecenin karanlığında ak bir martı kesiği aydınlık, suyun içinde ayın ışığı titrek…

-Seni eve bırakayım.

-Giderim ben, sağ ol…

Birbirlerini kucaklayarak ayrıldılar, koyuldu gece…

Pencere önündeki sallanır koltukta hareketsizdi ne zamandır. Önce başı önüne düştü hafiften. Sonra vücudu sol yanına yatarak koltukla birlikte hızla yere. Başı önündeki sehpanın camına çarptı ağırlığınca. Kırıldı cam, kırığının kesiğinde bir mavi ışık parladı göz açıp kapamasına. Fincan devrildi, döküldü kahve. Açık gözlerinde yavaştan büyüdü gözbebekleri, sonra öyle kaldı. Elinden düşen kitap yanı başında savruldu…

Açık Denizin Kıyısında/A. Strinberg “burjuva yaşamından bıkan Borg bir balıkçı kasabasında yerleşerek…”

Necati Bey’in yaşamı bir balıkçı kasabasında sonlandı kıyısında denizin. Sonbahardı. Islak sardunyalar bıkmak bilmez son renkleriyle açıyorlardı hala, ebruli. Çığlığa benzer seslerle darmadağın uçuşuyordu martılar.

Deniz saklıyordu…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Güvenlik Kodu * Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.