Talat Kırış ile Söyleşi: Hekimlik Anlayışımın Temeli Şefkate Dayanıyor

Kültür-Sanat

Söyleşi: Ayşe Uğurlu

Bir hekim, bir beyin cerrahı, bir edebiyatçı, bir gezgin, denize ve denizciliğe aşık bir insan ve daha birçok özellikle tanımlayabileceğimiz Prof. Dr. Talat Kırış ile yaptığımız söyleşi ile kendisini tanımak ve tanıtmak istedik. Söz kendisinde şimdi.

Talat Hocam etkileyici bir yaşam öykünüz var. Dolu, nitelikli ve hayran olmamak elde değil. Öncelikle sizin ile ilgili okumalarım bende; yedi göbek İstanbullu, Osmanlı izleri taşıyan bir aileden gelme, birkaç yabancı dilin konuşulduğu, klasik ve Türk müziği nağmelerinin dinlendiği ve klasik edebiyat eserlerinin çokça okunduğu bir ailede doğduğunuz izlenimi bıraktı. Umarım yanılmıyorumdur. Bize ailenizden ve çocukluğunuzdan ve anılarınızdan bahsetmek ister misiniz?

Ayşe; ben tam anlamıyla orta direk bir ailede doğdum. Babam Sivas’ın Gürün ilçesinden 1940’larda İstanbul’a gelmiş. Annem Rumeli göçmeni bir aileden, İstanbul Bakırköy doğumlu. Evimizde birkaç yabancı dil konuşulmazdı ama sürekli kitap okunan, şiirin eksik olmadığı, dediğiniz gibi klasik Türk ve batı müziği dinlenen bir evdi. Hem divan edebiyatı hem de Garip Şairleri’nin şiirleri okunurdu. Babamı ve ablamı kaybettim, annem doksanına yaklaştı hala çok kitap okur.

Yedi göbek İstanbullu olmasak da bazen şaka yollu şöyle söylerim: Benden daha fazla İstanbullu azdır. Bu şehrin en eski hastanesinde, Süleymaniye Doğumevi’nde dünyaya gelmişim. İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi’nde okumuş, İstanbul Tıp Fakültesi’nde hem öğrenci hem asistan hem hoca olarak yıllarımı geçirmişim. Şaka bir yana gerçekten de bir İstanbul aşığıyım. Çocukluğum Bakırköy’de, lise ve üniversite yıllarım eski şehirde, Eminönü, Sirkeci, Sultanahmet, Kapalıçarşı, Beyazıt, Fındıkzade bölgelerinde, sonraki hayatım bugün de dahil olmak üzere Haliç’in diğer kıyısında Pera ve Galata’da geçmekte. Şehrin tarihiyle, sokaklarıyla, insanlarıyla, deniziyle iç içeyim sürekli.

Neden hekim oldunuz diye sormak istiyorum.

Beyin cerrahı olmak için hekim oldum. En baştan, çocukluğumdan beri beyin cerrahı olmak istiyordum. Ama hekimliğe önem verdim. Daha beşinci sınıftayken Uğur Dündar’ın İstanbul Tıp Fakültesini karalayan televizyon programını eleştiren bir okuyucu mektubum Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı. Daha sonra Türkan Saylan Hocamızla yaptığımız lepra taramalarındaki ekip arkadaşlarımla o zaman yayımlanan Yeni Gündem isimli dergide modern tıbbı eleştiren, bugünkü yapısıyla tıbbın hekimi hastadan uzaklaştırıp yeniden üretime kazandırılması gereken bir birey olarak ele almasıyla ilgili iki yazı yazmıştık. Sonra da hekimliğin genel sorunlarıyla hep ilgilendim. İnsana doğrudan dokunan bir meslek hekimlik, en zor, acılı anlarında onlara şifa ve şefkat verebiliyorsunuz. Hayatın başka hangi alanında böyle bir mutluluk olabilir?

Öncelikle başarılı bir beyin cerrahısınız. İyi hekimlikle birleştirdiğiniz cerrahlığınızı tıp biliminin dışına çıkararak yaratmış olduğunuz güven duygusu da hastalarınızın iyileşmesine yardımcı oluyor. Tıp tarihinden bildiğimiz şifacı eller ve hekimlik kavramını birleştirdiğimizde ortaya neler çıkıyor sizin açınızdan?

Benim hekimlik anlayışımın temeli “şefkat”e dayanır. Hekim şefkatli olmak zorundadır. Birinci görevi budur. Elbette çok teknik ve zor bir iş yapıyorum. Yıllarımı verdim bulunduğum noktaya gelmek için. Ama esas düsturumu hiç yitirmedim. Bizim Türk Nöroşirürji Derneği’nin bültenine bir yazı yazmıştım. Orada şöyle bir cümle kullandım; kibir, ardında hakkedilmiş yıllar olsa da kibirdir ve iyi bir şey değildir. Bir hekimin kibirli olmasını kabul edemiyorum. Bizim karşımıza gelen insanlar dertli insanlar, endişeli insanlar. Kan mı alacaklar, bir yerime boru mu sokacaklar, ameliyat mı olacağım, yaşar mıyım, hayati riski var mı bu işlemlerin vb. kafasında binlerce soru olan insanlar. İlk olarak onları şefkatle kucakladığımızda o güven duygusu da oluşmaya başlıyor. Bu hekim bana iyi bakar, bu hekime canımı emanet edebilirim, bu hekimin insan yönü güçlü. Böyle hissettirdiğinizde evet iyileşmesine de katkı sağlayacak bir bağlantı kuruyorsunuz karşınızdaki insanla. Şifacılık meselesiyle ilgili de ilginç bir anım var. Benim çok Moğol hastam var ameliyat ettiğim. Moğolistan’da hala şamanlık var. Oraya gittiğimde Moğolistan’ın önde gelen şamanlarından biriyle konuşmuştum. Bana uzun uzun geçmiş hayatlarımdan söz etti ve benim bu dünyaya hep şifacı olarak geldiğimi, bundan önceki hayatlarımda kadın şifacı olduğumu, bu hayatımınsa yeryüzüne son gelişim olduğunu çünkü ruhumun artık kemale erdiğini, kamil olduğunu söyledi. İlginç bir konuşmaydı.

Hekimlik dışında edebiyat yönünüz konusunda neler söylersiniz? Öykü ve denemeleriniz, yayımlanmış iki kitabınız var. Hatta yıllar öncesinde bir derginin masal yarışmasında mansiyon ödülü almışsınız. İnternet gazeteciliği üzerinden yazılar yazıyorsunuz. Sizi yazmaya iten duygu nedir? Siz de Sait Faik gibi “yazmazsam deli olacaktım” diyecek kadar tutkun musunuz yazmaya?

Yazmayı seviyorum. Neredeyse çocukluğumdan beri yazarım. İlk öykümü ilkokuldayken yazmıştım. Bedendeki organlar ve kas iskelet sistemi beyne neden sen yönetiyorsun vücudu diye isyan ediyor ve yapılan seçim sonucunda bedenin idaresi diz kapağına geçiyordu. Diz kapağı tarafından idare edilen bedenin sahibi tökezleyip dizini vurunca da ölüyordu. Sonradan beyin cerrahı olacak biri için ilginç bir denemeydi. Sonrasında da hep yazdım. Sanat dergilerinde, gazetelerde, deniz mecmualarında. Masal yarışmasında aldığım mansiyon da beni epey motive etmişti. Dediğiniz gibi iki kitabım var. Mesleki hayatımı anlattığım “Beyne Giden Yol” ve öykülerimi topladığım “Uzak Deniz Küçük Yağmur”. Hala da sürdürüyorum yazmayı. T24 internet gazetesinde beş yıldır, Yacht Türkiye Dergisinde de sanırım on iki yıl oldu, sürekli yazıyorum. Yazmak hem zorlu bir uğraş hem de başka insanlara derdinizi, deneyimlerinizi, söylemek istediklerinizi anlatmanın en iyi yolu. Zaman için de bayağı bir okurum da oldu. Bana e-postayla, mesajla ulaşıp motive ediyorlar, bazen kaçırdığım bir noktaya işaret ediyor, bazen de eleştiriyorlar. Okuyuculardan gelen tepkilere çok seviniyorum ve elimden geldiğince hepsini yanıtlamaya çalışıyorum. Bu aralar üçüncü kitabımın hazırlığındayım. Denizle ilgili yazılarımı bir araya getirmeye çalışıyorum.

Öğrenciliğinizde Prof. Dr. Türkan Saylan ile birlikte Van’da lepra hastalığı tarama ve tedavileri için saha çalışmalarına katılmışsınız. Türkan Saylan gibi ülkemizin aydınlık yüzü bir bilim insanı ile lepra hastalığının erken tanı ve tedavisi için yapılan çalışmalar hakkında neler anlatabilirsiniz? Van’da; dönem ve dönemin koşulları da göz önüne alınarak ötekileştirilen bir hastalık, yoksulluk, sosyolojik yapının yarattığı zorluklar açısından gözlemleriniz ne oldu?

Türkan Hocayla yaptığımız sağlık taramaları 1984 yılındaydı. O zaman nahiye olan Bahçesaray ve Çaldıran ilçelerini kapsıyordu. Biz yaklaşık 10 kişi beşinci dönem öğrencisi olarak yer aldık taramalarda. Aramızda sonradan halk sağlığı profesörü olan, şu anda da Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Ayşe Yüksel gibi hemşire arkadaşlarımız, doktor arkadaşlarımız ve Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalından Hamdi Hoca da vardı. O yolculuklar bizim hepimizin hem mesleki hem de meslek dışındaki hayatımıza çok önemli etki yaptı. Türkan Saylan; insan, hekim ve hoca olarak bizleri çok etkiledi. O taramadan yaklaşık 25 yıl sonra bizden, geriye bakıp o günleri hatırlayarak birer yazı yazmamızı ve bunu kitap haline getirmemizi istedi. “Yer Gök Dört Duvar” isimli kitap Cumhuriyet Kitaplarından çıktı, yazarları Türkan Saylan ve öğrencileri olarak. Çalışma beş yıllık lepranın endemik olduğu bölgelerde leprayı eradike etmek üzere yeni hastaları teşhis etmek için tüm nüfusu mu taramalı, yalnızca hastalarla kontağı olanları mı taramalı şeklinde bir çalışmaydı ve yanlış hatırlamıyorsam beş yılın sonunda yalnızca kontakları taramak yeterli diye çıkmıştı sonuç. Gittiğimiz bölge ülkenin en yoksul yerlerinden biriydi. Bahçesaray’ın yolları dokuz ay kapalıydı, Çaldıran; ağır bir deprem geçirmişti. Türkçe konuşma oranı neredeyse sıfırdı. Kürt meselesinin ne denli önemli olduğu o zaman kafamıza dank etmişti. PKK ilk eylemlerini biz oralara gittiğimiz zaman yapmıştı. Aradan kırk yıl geçti, aynı acılar, yoksulluk ve devasa bir Kürt sorunu olduğu yerde duruyor.

Bu vesileyle Türkan Saylan’ı, sevgili hocamı saygıyla ve ülkemiz için yaptıklarından dolayı minnetle anıyorum.

Biraz da denizcilik merakınızdan bahsedelim. Deniz, yelkencilik, Antarktika, seyahat, keşif bunlar sizi ne oranda tanımlıyor?

Deniz ve macera beni ben yapan en önemli unsurlardan. Başucu kitaplarımın arasında hep uzak diyarlara giden denizcilerin, kaşiflerin kitapları olur. Çocukluk, ilk gençlik hayallerimde de hep bilinmeyen ufuklara yelken açmış bir Talat olurdu. Kendimi denizci Sinbad’la, Odysseus arasında bir yerlere koyardım. Sonra o kadar çok denizci, kaşif girdi ki hayatıma, en sonunda deryalara denizlere attım kendimi. Gezegenimizin en uzak, en zor coğrafyalarına gittim. Kanoyla kuzey kutup dairesini geçtim, yelkenliyle Güney Amerika’dan Drake pasajını aşıp Antarktika’ya gittim. Kendi teknemle dünyadaki en zor denizlerden Biscay Körfezi’ni iki kez geçtim. Birçok yerde yelken yaptım. Ege Denizi, Adriyatik, İyon Denizi, Tiren Denizi, Akdeniz’in batısı, Kuzey Atlantik, Kuzey Amerika kıyıları, denizden kendi teknemle ya da tekne kiralayarak yelken yaptığım coğrafyalar. Yaşadıklarımı yelken dergilerinde yazıyorum. Güzellikleri olduğu kadar zorlukları da. Amatör bir denizci olarak ben yapıyorsam herkes yapabilir diye anlatıyorum maceralarımı. Üç tarafı denizle çevrili bir ülkedeyiz. Çok daha fazla denizci yetişmesi lazım. Denizciler iyi olur, doğru, dürüst, yardımsever, diğerkam olurlar. Barıştan, özgürlükten yana olurlar. Ülkemizde denizci sayısı artarsa toplumsal barışa da büyük katkısı olur. Ve hiç unutmayalım ki dörtte üçü deniz olan bir gezegende yaşıyoruz. O denizler bizi bekler.

Hekim örgütlülüğü hakkındaki görüşlerinizi de almak isterim. Biliyorsunuz Türk Tabipleri Birliği bizim çatı örgütümüz. Tabip odalarının çalışmaları ile kendini var eden ve hekim hakları ile birlikte halkın sağlık hakkını da önceleyen, bu mücadelenin de iyi hekimlik, toplumsal barış, demokrasi ve özgürlük olmadan yürütülemeyeceğine inanan meslek örgütümüzle ilgili hekim kamuoyu ve genel kamuoyundan gelen çok sayıda eleştiri söz konusu. “TTB ve tabip odaları siyaset yapıyor” argümanı onlarca yıldır dillerde. Hatta bunun üzerinden itibarsızlaştırma çalışmaları yapılıyor. Mesleğimizin “pür hekimlik faaliyetleri” üzerinden yapılması ile ilgili talepler söz konusu. Dr. Mahmut Ortakaya abimizin dediği gibi sağlık sizin için de bedensel, ruhsal, sosyal ve siyasal iyilik hali midir? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

İstanbul’da ilk kurulan ve sonradan demokratik katılım grubuna dönüşen demokrat hekimlerin kurucuları arasındayım. 1989-90 yılları olmalı. İstanbul Tabip Odası’nda hastanelerden seçilen hekimlerin oluşturduğu hekim parlamentosunun da ilk (eş)başkanı bendim. Demokrat hekimlerin ilk çıkışı hekimlerin özlük haklarıyla daha fazla ilgilenen bir tabip odası oluşturmaktı. Öte yandan bir sivil toplum kuruluşu hele de hekimlerin üyesi olduğu bir sivil toplum kuruluşu siyasetten uzak duramaz. Toplumsal olaylar karşısında sessiz kalamaz. Tavrını, ağırlığını ortaya koymak mecburiyetindedir. Ancak örgüt ne kadar güçlü olursa ne kadar fazla aktif üyesi olursa o denli güçlü olur. Tabip odalarında, TTB’de çalışırken siyasi angajmanlarımızı bir kenara bırakmamız gerektiğine inanıyorum. Bizleri ayrıştıran değil, birleştiren konulara öncelik vererek ilerlemeliyiz diye düşünüyorum. Örneğin sağlıkta şiddet hepimizin sorunu, aile hekimlerinin sıkıntıları çok büyük bir hekim kitlesinin problemi, özel hastanelerde çalışan hekimlerin özlük hakları yine çok geniş bir hekim kitlesinin sorunu. Önceliğimiz buralarda bir araya gelmek olmalı. Ülkede büyük bir ayrışma var. Siyasi iktidar yirmi yılda söylemleriyle, yapıp ettikleriyle insanları ayrıştırdı. Hekimler içinde de tüm toplumda olduğu gibi bu ayrışma var. Toplumsal barışa her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan bir dönemdeyiz. Bu barışı kendi ortamlarımızda inşa ederek büyütmeliyiz. Aslında bu da bir siyasi tavırdır. Türk Nöroşirürji Derneği başkanlığı yaptığım dönemde bu anlayışla hareket etmeye çalıştım. Dünya büyük bir hızla değişiyor. Yapay zeka, sanal gerçeklik mesleğimizde çok büyük değişim, dönüşümler yaratacak. Gündemimizin en önünde olması gereken konulardan biri. Sorunuza dönersem mesleğimizin pür hekimlik faaliyeti üzerinden yapılması önermesi taaa öğrenciliğimden beri eleştirdiğim bir konudur, bu konuda epeyce yazdım da. TTB, tabip odaları mesleğimizle ilgili siyaseti yönlendirecek planlar programlar hazırlayıp daha etkin, daha interaktif olarak kamuoyu ile paylaşmalı, ama sıcak siyasetin baş döndürücü bir hızla değişip durduğu ülkemizde basının yapması gereken işi de üstlenmemeli kanaatindeyim.

T24’e yazdığınız Ronda Ramirez’in öyküsünden bir roman çıkar mı Talat Hocam?

Bu soru ve yanıtı öyküyü okumayanlara bir şey ifade etmeyecek. Benim şahsi tarihimde çok önemlidir İspanya. İç savaşı, Endülüs, Flamenko, Boğa Güreşleri, Picasso, Miro, Dali gibi İspanyol ressamlar, Luis Bunuel gibi bir yönetmen… İspanya ile ilgili yazdığım bir dizi öykü var. Buraya sığmaz anlatmaya kalksam. Ronda Ramirez de o akışın bir parçası. Gittiğim, gezdiğim, izlediğim, okuduğum, arenada boğa güreşi yapmak gibi bizzat deneyimlediğim anıların, yaşantıların arasından doğdu. Ben roman yazamıyorum. Kısa öykülerin yazarıyım. Sorunuzun yanıtı, benim yarattığım bir kurgu karakter de olsa Ronda Ramirez’in hayatından harika bir roman çıkar.

Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Güvenlik Kodu * Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.